Kendilik Psikolojisi: Heinz Kohut ve Takipçileri
Yavuz Erten
Özet
Bu makalede psikanalizin en son ekolü olan Kendilik Psikolojisi, kurucusu olan Heinz Kohut’un katkıları ile ele alınmıştır. Ayrıca, Kohut-sonrası gelişmeler ve Kendilik Psikolojisi’nin çeşitli kuramsal ve teknik kavramlar üzerinden klasik kuramla karşılaştırması yapılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Kendilik Psikolojisi, narsizm, kendilik, kendiliknesnesi
Summary
Self Psychology: Heinz Kohut and his followers
In this article, Self Psychology which is the last psychoanalytical school is studied, mostly by the contributions of his founder, Heinz Kohut. And also, the post-Kohutian developments and the comparisons of some of the theoretical and technical concepts, with the classical school are reviewed.
Key words: Self Psychology, narcissism, self, selfobject
Uzm. Psikolog Yavuz Erten
İçgörü Psikoterapi Merkezi, Istanbul
1970’lerden itibaren Psikanalitik gelenek içinde yeni bir ekolün kuruluşuna tanık oluruz. Chicago’lu bir psikanalist ve psikiyatrist olan Heinz Kohut’un önderliğinde kurulan bu yeni ekol Kendilik Psikolojisi’dir. Kendilik Psikolojisi, klasik ekolün, gelişim, psişik yapı, psikopatolojinin ortaya çıkışı ve tedavi/psikanaliz boyutlarında eleştirilerini içermektedir. Bu eleştiriler, bazen revizyonlara, bazen restorasyonlara, bazen de tümden alternatiflere dönüşmektedirler.
Aslında klasik ekol veya ekollerin eleştirisi, bir başka deyişle, psikanalitik geleneğin kendi içindeki muhalefet olgusu yeni bir şey değildir. İktidar varsa, açık veya kapalı bir muhalefet te vardır. Psikanalizin doğum yıllarından itibaren, geleneğin içindeki muhalefet hep varolmuştur. Muhalefetin içindeki değişik gruplaşmalar bir takım alt-kültürler yaratmıştır diyebiliriz. Ferenzci, Balint, Winnicott, Guntrip gibi isimlerin dahil edilebileceği bir grup kendi farklı –zaman zaman radikal- söylemiyle klasik ekolden önemli ölçüde ayrılmış durumdadır. Heinz Kohut bu alt-kültürün devamıdır. Bu grubun mirasını onun kuramında ve uygulamasında görebiliriz. Kohut’un ayırıcı özelliği, Ferenzci’den itibaren biriken düşünce ve deneyimleri, bir ekol yapısına dönüştürmüş olmasıdır. “Muhalefet” benzetmesini sürdürürsek diyebiliriz ki, Kohut iktidara yönelik dağınık muhalefeti bir ekol çatısı altına toplamıştır.
Kendilik Psikolojisi psikanalize nasıl bakar ? Onun için patoloji, gelişim, psişik yapı, güdülenme ve tedavi ne anlama gelir ? Onu klasik yaklaşımlardan ayıranlar nelerdir ? Bu soruların yanıtlarını özet bir şekilde vermek çok kolay değildir çünkü bir homojenlik sorunsalı ile karşıkarşıya kalırız. Kohut’un tüm yazdıklarını bir bütün olarak tanımlama zorlukları olduğu gibi, Kohut-sonrası Kendilik Psikolojisi içindeki alt-ekoller de (Kendiliğin Psikolojisi, Öznellikler-arası, İlişkisel-Tedariksel, Güdülenme Sistemleri) bu ekolün heterojen özelliğini arttırarak, tanımlama zorluğunun katmerlenmesine katkıda bulunurlar. Bu yazının dar sınırları içinde -belli yanlışları, dışarıda bırakmaları ve aşırı genellemeleri göze alarak- önce Heinz Kohut’un kuramı özetlenmeye çalışılacak, daha sonra da Kendilik Psikolojisi’nin değişik alt-ekollerinin katkılarının yarattığı sentez aktarılacaktır.
Heinz Kohut
Heinz Kohut Kendilik Psikolojisi ekolünün kurucusu ve psikanalizin yüz senelik tarihindeki en büyük dönüşümlerinden birinin karizmatik mimarıdır. “Epistemolojik kopuş” olarak tanımlanabilecek bu dönüşüm ile, psikanalizin pozitivist, mekanik, nesnel, modern ve aydınlanmacı özellikleri göreceli, öznel ve postmodern bir kişiliğe doğru evrimleşme sürecine girmiştir.
Psikanaliz içinde yarattığı etki ne kadar radikal olursa olsun, Kohut bir ayağı klasik kuramda, bir ayağı dışarıda olan bir kuramcıdır. Bu özelliği ile dönüşümde “köprü” görevini üstlenmiştir. Bu açıdan, o ve izleyicileri arasındaki bölünme de ilginçtir. Bir grup kuramcı, onun klasik kurama basan ayağına ağırlık verip, diğer ayağını ikinci plana atmışlar ve Kendilik Psikolojisini klasik kurama yakın yorumlamışlardır. Diğer grup ise Kohut’un “içeride” kalan ayağını cesaretsizliğin yansıması olarak görmüşler ve kuramlarını “dışarıda” kalana odaklandırmışlardır. Bu da daha yenilikçi oluşumları doğurmuştur.
Kohut kuramını uzun bir evrimleşme sürecinde geliştirmiştir. Bu sürecin başlangıcında onun görüşlerinin klasik kuramdan farklı olduğunu söylemek mümkün değildir. Kohut psikanalizi ve Freud’u Kuzey Amerika’da en iyi anlayan ve anlatan kişilerden biri olarak olarak görülürdü. Amerika Birleşik Devletleri ve dünya çapında Psikanaliz örgütlerinin içinde çeşitli görevler alan Kohut, Amerikan Psikanaliz Birliği’nin (APA) başkanlığını ve Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin (IPA) ikinci başkanlığını yapmıştır.
Kohut’un en önemli eserleri üç kitabıdır: 1971’de yayınlanan“Kendiliğin Çözümlenmesi”; 1977’de yayınlanan“Kendiliğin Yenidenyapılandırılması” ve ölümünden sonra 1984’te yayınlanan “Psikanaliz Nasıl Tedavi Eder ?”. Kohut’un üç kitabında kristalize olan görüşlerinin çoğu, henüz olgunlaşmamış halleri ile 1950’lerden itibaren yayınlanan makalelerinde yeralmıştı1.
İnceleme Yöntemi
Kohut’un 1959’da yayınlanan makalesi “İçebakış, Eşduyum ve Psikanaliz: Gözlem Tarzı ile Kuram Arasındaki İlişkinin İncelenmesi” psikanaliz tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. Kohut bu makalede analitik ortamdaki bilgi toplama yolunun ancak psikanalistin kendi iç-dünyasına yoğunlaşmasından ve hastanın anlattıklarını eşduyum ile duymaya çalışmasından geçtiğini iddia eder2. Psikolojik (ve analitik) bilgi ancak hastanın iç-dünya deneyimlerinin başka bir iç-dünya deneyimleri (psikanalistin iç-dünyası) yardımı ile anlaşılması ile elde edilebilir. “Psişe” üzerine elde edilebilecek tek bilgi “öznel deneyim”dir. “Deneyimsel olan” ancak yine “deneyimsel olan”ın yardımı ile kavranabilir. Deneyimsel olan, önce deneyime uzak kavramlaştırmalar ile “açıklanıp” daha sonra “anlaşılmaya” çalışılırsa, psikolojik bilginin saflığı zarar görür. Kohut’a göre, fizik bilimlerdeki araştırmacılar fiziksel dünyayı duyum organları ve duyum organlarının laboratuarlardaki uzantısı olan çeşitli araçlar yardımı ile incelerler. Psikanalizin araştırma nesnesi olan duygular, düşünceler, arzular, düşlemler, fiziksel dünyada varolmazlar ve fiziksel olgular gibi araştırılamazlar. Kohut onları incelemenin tek aracının “gıyabında içebakış” (vicarious introspection) olarak adlandırdığı “eşduyum” (empathy) olduğunu ileri sürer. Herhangi bir deneyim veya bir edimin psikolojik olduğunu, sadece onun içebakış ve eşduyum ile incelenebilmesi durumlarında söyleyebiliriz. Bu özellikleri bünyesinde barındırmayan herhangi bir inceleme fiziksel alanda yeralır.
Narsizme Yeni Bakış
Kohut’un çalışmaları, psikanalizin “narsizm” olgusuna bakışını önemli ölçüde değiştirmiştir. Kohut en erken makalelerinden başlayarak, narsizmin normal gelişim sürecinin bir boyutu olduğunu vurgulamıştır.
Freud narsizmi olgunlaşmayı engelleyen “patolojik bir durum” olarak görüyordu. Onun “ekonomik ilke”sine göre, Ben’e (ego) yatırılan libidinal enerji, nesne aşkını olanaksız kılmaktaydı. Yani, narsist yatırım varsa, nesneye yatırım olanaksızdı; simetrik bir şekilde, libidinal enerji nesneye yatırılmış ise, narsist durum bertaraf edilmişti. Freud’a göre, libidinal enerji ben’e ve vücuda yatırılırsa, eşcinsellik, hipokondriyasis ve çeşitli psikotik oluşumlar ortaya çıkıyordu3.
Kohut, Klein’ın Freud’daki “düşlem” olgusunu eleştirisine benzerini, Freud’un narsizme bakışına bir alternatif getirerek gerçekleştirdi. Klein klasik kuramdaki “doyum varsa, düşlem olmaz” inancına karşı çıkmış ve yaşamın en erken dönemlerinden başlayarak doyum ve düşlemin birarada yeralabileceklerini söylemişti. Kohut ta “ya nesne aşkı vardır, ya da narsist yatırım” denklemine karşı çıktı. Ona göre psikolojik gelişim iki boyutta gerçekleşmekteydi. Bir boyutta Freud’un tanımladığı şekli ile nesneye yapılan yatırım ve bağlantılı Oidipal dinamikler varken, diğer boyutta narsist gelişim sürecinin ilişkileri yeralmaktaydı. Narsist gelişim süreci, nesne yatırım boyutunda olduğu gibi, hem normal, hem de patolojik oluşumları içerebilmekteydi. Narsizme bu yeni bakış psikanalizde büyük bir kuramsal hareketlenmeye yolaçtı. Pekçok kuramcı Kohut’un yazdıklarının etkisi ile narsizm konusunda çalışmaya başladılar. Charles Dickens’ın “yoksulluk” için yaptığını, Kohut “narsizm” için yapmış oldu1.
Yapı Kuramı
Psikopatolojinin kaynağı çocuk için aşırı duygulanımlar yaratan travmadır. Kohut’a göre travmanın içeriği değil, onun yarattığı uyarım önemlidir. Hayalkırıklığı, mahrumiyet ve benzeri durumlar her şartta travma değildirler. Örneğin “optimal kırılma” bir travma değildir. “Optimal kırılma” psişik yapının gelişmesi için gerekli bir psikolojik şarttır.
Kohut4 Freud’un5 “Yas ve Melankoli” makalesinde yazdıkları ile hemfikir olarak, çocuğun gelişim sürecinde kaybetmiş olduklarını içselleştirdiğini iddia eder. Sözü edilen “kayıp” bir nesne veya bir “nesne işlevi”dir. Kayıp ile beraber, özne, nesnenin daha önceden görmekte olduğu işlevi kendisi görmeye başlar. Bu en dolaysız tanımı ile “özdeşleşme”dir veya tüm özdeşleşmelerin tabanıdır (içselleştirme). Ancak bu tür bir içselleştirmenin mümkün olabilmesi için kayıbın optimal bir düzeyde yaşanmış olması gerekir. Optimal olmayan düzeydeki bir kayıp, bir başka deyişle çocuğun başa çıkamayacağı ve mücadele edemeyeceği kadar “büyük” ve “zamansız” bir kayıp ve bu kayıbın yarattığı kırılma çocuğun iç-dünyasında şiddetli duygulanımları ortaya çıkarır. Bu şiddetteki duygulanımlar “yapı inşacı” değil “tahrip edici”dirler. Optimal düzeydeki kırılmalar psişik yapının gelişmesi için şarttır. Kırılma ve bu kırılmanın getirdiği içsel yapılanma olmaksızın psişik olgunlaşma olamaz. Ancak, kayıp ve kırılma ezici ağırlıkta ve zamansız olmamalıdır. Bir çocuğun hiç kayıp ve kırılma yaşamaması da başka bir sorundur. Bir psişik yapı kayıp yaşamaksızın olgunlaşamaz.
Kohut’un psikanalitik tekniğe bakışında optimal düzeydeki kırılma çok önemli bir rol oynar. Psikanalist hastasını eninde sonunda bazı hayalkırıklıklarına uğratacaktır. Ancak psikanalistin devamından ve korunmasından sorumlu olduğu “analitik çerçeve”, bu kırılmaların sadece optimal düzeydeki kayıpların sonucunda oluşmasını garanti eder. Psikanalitik tedavi hastaların bilerek, istenerek ve planlanarak travmatize edildikleri bir ortam değildir. Ancak her psikanalitik ilişkide, psikanalistler “optimal düzeyi aşması tesadüf veya kaza olan” kırılmalar yaratacaklardır. Üstelik bunların bir kısmı analitik çerçevenin kaçınılmaz sonuçları olacaktır. Analist hastanın her isteğini yerine getirmez, getiremez.. Diğer bazı kırılmalar analitik ortamın kurallarının ve düzeninin psikanalist tarafından “belli sınırlar içinde” tecavüze uğradığı durumlardır. Örneğin, psikanalist trafiğe takılıp seansa geç kalacaktır. Bazı durumlarda, psikanalistin karşıaktarımı bazı hayalkırıklıkları yaratabilir. Örneğin, psikanalist hastasının çağrışımlarını sürekli keserek, onu belli bir konuya yönlendirmeye çalışmaktadır. Farkına vardığı anda süpervizörü ile üstünde çalışması ve anlaması gereken bu durum hasta için -belli bir zaman dilimi içinde sınırlı kalması şartı ile- optimal bir kırılmaya dönüşebilir.Hasta psikanalistin kendisi için görmekte olduğu işlevlerinin sekteye uğradığı bu durumlarda, kendi içinden yapılaşarak, onun göremediği işlevi kendisi görecektir. Kohut bu olguya “dönüştürmeli içselleştirme” (transmuting internalization) adını verir6.
“Kendiliknesnesi” Kavramı
Kohut’un Psikanalize en büyük katkılarından biri “kendiliknesnesi” kavramıdır. “Kendiliknesnesi” çocuk tarafından kendiliğin işlevsel parçası olarak algılanan, “biraz ben / biraz öteki, hem ben / hem öteki” olan nesnedir. Kendiliknesnesi işlevini tam olarak yerine getirdiği zaman, insanın herhangi bir vücud parçası ile ilişkisinde olduğu gibi, onun farkına varılmaz. İşlevlerini yerine getiremezse, o zaman varlığının farkına varılır. Kohut’a göre, kendiliknesneleri psikolojik işlevler olarak varolurlar ve bu yüzden gerçek nesneler gibi algılanmazlar. Kohut bu şekilde Freud’un tanımladığı “nesne” ve kendi tanımladığı “kendiliknesnesi” arasında bir ayırım yapmaktadır. Kohut’a göre, “nesne” kendilikten ayrı ve farklıdır. Arkaik nesnelerden bağımsızlaşmış bir özne, “nesne”nin özerk yapıları ve özgür güdülenmeleri olduğunu bilir. O da “nesne”nin uzantısı değildir.
Kendiliğin yapılanmaları, kendiliknesnelerinin sakinleştirici, gerilimi
düzenleyici ve adaptif işlevlerinin içselleştirilmeleri sonucu gelişir. Bu gelişimin temelinde çocuğun kendiliknesnelerine yaptığı narsist yatırımın dereceli olarak geriçekilmesi vardır. Geriçekilme, optimal kırılmalar sonucu oluşur. Bu kırılmaların uzun süren sakin, huzurlu, güvenli birlikteliklerin arkasından gelmesi ve katlanılabilir bir özellikte olması gerekmektedir. Kohut için gelişim süreci (ve tüm yaşam) boyunca her iki nesne de (nesne ve kendiliknesnesi) mevcuttur. Kohut bu iki nesne türünün ait olduğu psikolojik alanların insan yaşamında bir önplan-arkaplan ilişkisi içinde varolduklarını söylemiştir. Kohut her iki kitabında, bu önemli kavramı “kendilik-nesnesi” (self-object) olarak kullanmıştı. Ancak 1978’den itibaren aradaki çizgiyi kaldırarak “kendiliknesnesi” (selfobject) olarak kullanmaya başladı. Bu değişikliğin sebebi, kavramın tanımı ile ilgili görüşüydü. Bu “işlev sağlayıcı nesne”nin (nesneişlev’in veya işlevnesne’nin) kendilikten bütünü ile ayrı deneyimlenmediğini düşünüyordu1.
Narsizmin Gelişimsel Hatları
Heinz Kohut “Kendiliğin Çözümlenmesi”nde narsist gelişim sürecini inceler
ve “narsist konfigürasyon” veya “narsist yapılar” olarak adlandırdığı “büyüklenmeli (grandiose) kendilik” ve “yüceltilmiş (idealized) ebeveyn imagosu” kavramlarını açıklar. Kohut’a göre, bebek başlangıçta ilkel ve saf mutluluk ve mükemmeliyet durumu yaşamaktadır. Ancak çok kısa bir zaman içinde bu durum yaşamın doğal koşulları ile zorlanacaktır. Bebek bu saf ve ilkel mükemmeliyet durumunu korumak için narsist konfigürasyonlara sığınır. Narsist konfigürasyonların en temel özelliği, içlerinde varolan kendiliknesnesi dinamikleridir. Bebek kaybettiği saf mutluluk durumunu, kendiliknesnesi işlevlerini kullanarak yeniden oluşturmaya çalışır. Kohut, bu noktadan sonra oluşan herşeyi narsist gelişim hattı olarak görür.Kohut’un “içinden geçme / geçirme” (passage through) diye bir kavram kullandığını görürüz. Kohut’un bunun ile kasettiği, anne ve babanın gelişim süreci boyunca bebeğin duygu, düşünce, arzu, istek ve gereksinimlerinin yöneldiği bünyeler oluşudur. Anne ve babalar, bebeğin kendilerine yönelttiği bu psişik oluşumları kabul eder, işler ve tekrar bebeğe yönlendirirler. Anne-babayı, psişik süreçlerini “içlerinden geçirip”, işleyecek araçlar olarak kullanan bebek, onların bu psişik oluşumlara yaklaşımlarını içselleştirir. Onların başa çıkma, anlamlandırma, yeniden tanımlama özelliklerini kendi psişik bünyesine katar. Ancak bebeğin bu içselleştirmeleri başarabilmesi için kendiliknesnelerinin dereceli olarak “optimal kırılmalar” yaratmaları gerekmektedir. İçselleştirmenin başarılması ile çocuk bir zamanlar kendiliknesnelerinin kendisi için yaptıklarını, kendi kendine yapmaya başlar. Kohut bu içselleştirmenin sadece dışsal olanın özellikleri ile belirlenemeyeceğini, çocuğun içsel yapısının da bu süreci belirleyeceğini düşünüyordu. Bu yüzden bu olguya “dönüştürmeli içselleştirme” adını vermiştir. Bebek kendiliknesnesi işlevlerini içselleştirirken kendi bünyesel özelliklerini de etkileşime katar (bir başka deyişle, kendi organizmasına “dönüştürür”). Bu içselleştirme sonucu ortaya çıkan yapı ne bütünü ile dışsal, ne de bütünü ile içsel olandır.
Narsist gelişim hattı iki yol izler. Birinci yolda bebek,“büyüklenmeli kendilik” durumunu bir kendiliknesnesi ilişkisinde deneyimlemektedir. Bu yolda kendiliknesnesi (Kohut’a göre daha çok anne) bebeğin teşhirci narsist gereksinimlerininin yansıtılıp, “içinden geçirilip, geri alındığı” bir bünyedir / araçtır. Bebek anneye “ben mükemmelim, sen de bana hayransın” demektedir ve bu yaşantısının anne tarafından “aynalanma”sını (mirroring) istemektedir. Bebeğin bu büyüklenmesinin bakıcılar tarafından eşduyumsal bir yaklaşım ve sempati ile kabul edilmesi, bu ilkel olgudaki dönüşüm ve değişim için ilk şarttır. Bu sürecin sonunda çocuğun teşhirci narsizmi olgun bir düzeye gelir ve kişiliğe özdeğer için yaşamsal önemi olan hırslar, tutkular ve amaçlar olarak katılır. Bazı bakıcılar çocuğun bu gereksinimlerini engellerler, kayıtsız kalırlar, yüzlerler ve hatta cezalandırırlar. Büyük olasılıkla bu bakıcılar kendi büyüklenmeli kendilik yapılarını, kişiliklerine bütünleştirmede başarısız olmuşlardır. Kendi özdeğer sorunları o kadar önplandadır ki, çocuğun benzer özdeğer gereksinimlerini göremezler (görseler bile karşılayamazlar). Bunun sonucunda, büyüklenmeli ve teşhirci narsizm, kendiliknesnesi deneyimleri ile olgunlaşmaz ve ilkel hali ile kalır. Kendilik içinde büyüklenmeli kendilik konfigürasyonu, vücuttaki bir kiste benzer şekilde sorun yaratan bir yapı olarak varolmaya devam eder. Büyüklenmeli kendiliğin en temel özellikleri herşeye-gücü-yeterlik, büyüklenme ve teşhirciliktir. Böyle bir psişik yapılanmanın yarattığı en temel sorun yoğun özdeğer eksikliğidir.
Gelişim hattının ikinci yolunda, bebek kaybettiği mükemmeliyeti yüceleştirdiği bir kendiliknesnesi (Kohut’a göre daha çok baba) ile tekrar oluşturmaya çalışır. Bebek babaya “sen mükemmelsin, ben de senin parçanım” mesajını vermektedir. Kendiliknesnesi çocuğun ondan mükemmeliyet beklentilerini doyurur. Ancak hayalkırıklıkları kaçınılmazdır. Çocuk zamanla babanın hatalarını ve eksikliklerini farkedecektir. Optimal düzeydeki kırılmaların olgunlaştırdığı yüceltici narsisizm içselleştirilir ve kişilikteki idealleri ve değerleri yaratır. Yüceleştirilen kendiliknesnesinin aşırı kırılmalar yaratması bu narsist gelişim sürecini önemli ölçüde zedeler. Kendiliknesnesinin ağır bir yenilgi yaşaması, sosyal arenada küçükdüşmesi, mücadele gücünü elinden alan ağır bir depresyon geçirmesi, maddi açıdan güçsüzleşmesi ve benzer birçok durum, çocuğun ona güç, kuvvet ve kudret atfetmesini olanaksız hale getirir. Kendiliknesnesinin optimal bir düzeyde yenilgi yaşamadığı (veya yaşadığı yenilgilere ve rekabete karşı çok tepkisel ve savunmacı olduğu) narsist süreçler, ideal ve değerlerin içselleştirildiği bir olgunlaşmayı olanaksız kılar. Yüceltilmiş kendiliknesnesi sürecindeki işlevler olgunlaşmış bir şekilde içselleştirilmezse, dış-dünyadaki bir takım kuvvet, kudret ve büyüklük sembolü olan bünyelere ilkel bir şekilde bağımlı kalınır. Bir sanatçıya ya da sporcuya fanatik hayranlıklar, politik grupların ve liderlerin aşırı yüceltilmesi ve dini fanatizm, narsist süreçteki bu aksamaların sonucu olarak görülebilir. Duygusal ilişkilerdeki aşırı bağlanma, öteki’nin içinde kendiliğini yitirme ve yoğun yüceltme deneyimleri de bu aksayan sürecin sonuçları olabilirler.
Kohut’a göre, narsist gelişimin bu iki yolu “beraberce” işlevseldirler. Psikopatoloji iki yolda da hasar oluşmuş ise ortaya çıkar. Bir yoldaki kendiliknesnesi işlevlerinde herhangi bir tahribat oluşursa, çocuk diğer yoldaki optimal gelişim ile bu tahribatı onarabilir ve böylece kendini ruhsal bir azgelişmişlikten koruyabilir. Kohut’a göre kendiliğin narsist gelişimi iki kutupludur. Bir kutupta yüceltilmiş ebeveyn imgesi, diğer kutupta ise büyüklenmeli kendilik vardır. Kohut bu bağlamda “iki kutuplu kendilik” (bipolar self) kavramını kullanır. Ona göre, birey ideallerinin peşinden gider ve hırsları tarafından itilir. Bu iki kutubun arasındaki gerilime Kohut “gerilim kemeri” (tension arc) adını verir. Herbir kişinin bünyesel ve yapısal olarak doğuştan sahip olduğu ve bu iki kutubun arasında yeralan bir üçüncü etken daha vardır. Bu da yetenekler ve becerilerin alanıdır. Belirli bir kişinin iki kutuplu kendilik dinamikleri herhangi bir başka kişiye göre çok daha olumsuz olsa bile, onun yapısal olarak sahip olduğu yetenek ve becerileri “telafi edici” rol oynayıp zararı önemli ölçüde hafifletebilir. Bu bağlamda, narsist gelişim ve onun ruhsal sağlığa yansıması üç değişkenli bir denklem ile değerlendirilebilir: Yüceleştirmeci kendiliknesnesi süreci, büyüklenmeli-teşhirci kendiliknesnesi süreci ve yapısal (doğuştan gelen) yetenek ve beceriler6.
Kendiliknesnesi Aktarımları
Kohut’un “her tekrar aktarımdır, ancak her aktarım tekrar değildir” sözü onun aktarım kavramına yaklaşımını yansıtır4. Kohut’a göre, klasik kuramın tanımladığı aktarım olgusu, hastanın iç-dünyasındaki çatışmanın psikanalist ile ilişkide tekrar etmesidir. Ancak bu tür bir tekrar özelliği göstermeyen “aktarım-benzeri” olgular da klinik ortamda mevcuttur. Kohut bu olguları, geçmişte hatalı veya eksik kendiliknesnesi yaşantıları sebebi ile kesintiye uğramış narsist gelişim süreçlerinin klinik ortamda harekete geçmesi olarak tanımlar. Kohut7 aktarımı en genel sınıflama olarak ikiye ayırır. Freud’un tanımladığı şekli ile nesne aşkına dayalı “aktarım nevrozu” ve kendi tanımladığı “kendiliknesnesi aktarımları”. Kendiliknesnesi aktarımları da ikiye ayrılır: Büyüklenmeli Kendilik olgusuna dayalı Ayna Aktarımları ve Yüceltilmiş Ebeveyn imgesine dayalı Yüceltici Aktarım.Ayna Aktarımları, “Psikanaliz Nasıl Tedavi Eder ?” eserine kadar, ilkel olandan gelişmişe doğru sıralanan üç şekil alabiliyordu. “Kaynaşma (merger) aktarımı”; “İkizlik aktarımı”; ve “Dar anlamda Ayna Aktarımı”. “Kaynaşma Aktarımı”nda, hasta psikanalisti üzerinde sınırsız bir kontrol kurma arzusu gösterir. Hastanın psikanalistten beklediği itaat, uyum ve ait olma olguları, insanın vücudundan ve organlarından beklediğine yakındır. Psikanalist hastanın uzantısı gibidir. Bu tür bir aktarım, psikanalistte yoğun öfke, sıkıntı, kaygı ve diğer pekçok olumsuz duyguya yolaçabilir. Kohut’un sonradan ayrı bir narsist gelişim yolu ve aktarım düzlemi olarak tanımladığı “ikizlik aktarımı” gösteren hastalarda ise, travma daha geç bir dönemde oluşmuştur. Bu yüzden de bu aktarım türü kaynaşma aktarımına göre daha olgundur. Büyüklenmeli Kendilik, nesneden bir dereceye kadar ayrılmış, mesafe kazanmıştır. Hasta psikanalistin kendisi gibi olduğuna, kendisine benzediğine inanır (“Bu dünyada benim gibi olan bir başkası var”). Klinik ortama bu inanç ve beklentilerini getirir. Psikanalistin “kendisinden farklı” olduğuna dair yaşantılar kırılma ve öfke yaratabilir. “Dar anlamdaki ayna aktarımı”, ayna aktarımlarının en olgunudur. Travma yaşantıları hastadaki yapısal bozukluğu asgaride tutacak kadar geç dönemlerde yaşanmıştır. Psikanalist, hastanın kendiliğinden ayrı ve mesafe kazanmış bir varlıktır; ancak uyarılmış ve harekete geçmiş büyüklenmeli kendilik gereksinimleri açısından çok önemli bir insandır. Onun takdiri, onun beğenisi, onun bakışı ve onun yargıları hasta için çok belirleyicidir.
“Yüceleştirme aktarımı”nda hasta kendiliknesnesini (psikanalistine) büyük bir güç, bilgi, kuvvet ve kudretin sahibi olarak görür. Bu tür bir aktarım, hastanın geçmişindeki yüceltilmiş ebeveyn imgesi eksikliğinin yarattığı gereksinimin yansımasıdır. Analitik çalışma bu tür bir yüceltmeyi taban olarak alır. Hastanın psikanalize gelmesi, iç-dünyasını açması ve iyileşme umudunu bir istikrar ögesi olarak taşıması, psikanalistine atfettiği güçler ile yakından ilgilidir. Bu açıdan pekçok analitik çalışmanın açılış ve orta dönemleri daha çok yüceleştirme aktarımı süreçlerine sahne olur.
Kohut6,7 analitik terapinin özünü kendiliknesnesi aktarımları bağlamında şöyle tanımlar: a) Kendiliknesnesi aktarımları bütünü ile oluşur; b) Bu aktarımlarda başa çıkılabilecek (optimal) kopma ve kırılmalar yaşanır; c) kopma ve kırılmanın sonucu olan aktarım çökmeleri ortaya çıkar. Örneğin, büyüklenmeli aktarımdaki çökmeler hipokondriyak yakınmalara, yüceleştirme aktarımındaki çökmeler paranoid kaygılara yolaçabilir; d) psikanalist, hastası ile kendisi arasındaki etkileşimde kopma ve kırılmanın ortaya çıkışından önce yaşananları dikkatle inceler. Bu titiz ve ayrıntılı incelemenin sonucunda hastanın aktarımdaki kopma ve kırılma noktasını bulur. Bu buluş bir “anlama ve açıklama” ekseninde, hastaya “kırılmayı yorumlama” ile iletilir; e) Kendiliknesnesi aktarımı “kırılma”dan önceki noktasına döner. Çalışmaya, bir sonraki aktarım çökmesine kadar devam edilir. O çökmede de, kopma ve kırılma noktası bulunularak onarım gerçekleştirilir. Bu “beş bölümlü sekans” her analitik terapide defalarca tekrarlanır. Analitik süreç ilerledikçe, psikanalist bu sekansı “şimdi ve burada” çerçevesinin dışına taşıyıp, güncel olanın “geçmiş” ile bağlarını kurmaya başlar. Psikanalizde yaşanan kırılmalar ile geçmişte kendiliknesnelerinin geçmişte yolaçtıkları kırılmalar arasındaki ilişki hastaya gösterilir.Analitik çalışmada defalarca yaşanan bu “kendiliknesnesi aktarımının kopma ve kırılma ve çökmesi, daha sonra onarılma ve aktarımın eski düzeyine yükselmesi döngüsü” sonucunda, hastanın iç dünyasında daha önceden varolmayan bir yapısal oluşum ortaya çıkar. Hasta dönüştürmeli içselleştirme ile psikanalistin işlevlerini kendi bünyesine katmıştır.
Oidipal Devre
Kohut’un gelişime bakışı patoloji değil, sağlık önceliklidir. Kohut’un “çekirdek kendilik programı” kavramı, bebeğin doğumla beraber önceden programlanmış bir gelişim sürecini gerçekleştirmeye koyulduğunu ima eder. Çevre koşullarının optimal olması durumunda bu “çekirdek kendilik programı” sağlıklı bir şekilde işleyecek ve kendilik sağlam bir şekilde gelişecektir. Gelişim programı içinde “başka türlüsü olamaz şekilde” patoloji yaratan ögeler yoktur. Kohut’un kuramı bu özelliği ile Freud’un kuramından ayrılır çünkü Freud’un kuramında, gelişim patolojik ögeler ile bezenmiştir. Örnek olarak “Oidipal Çatışma” gösterilebilir. Freud’a göre her insan canlısı Oidipal Çatışma içine girecektir. Bunu önlemek için yapılabilecek bir şey yoktur. Bireyden bireye değişen, bu patolojik ögenin derecesidir. Freud ve Kohut’un kuramları bu özellikleri ile karşılaştırıldığında, Kohut’un kuramı çok daha iyimserdir.
Kohut’a göre de Oidipal özellikte bir ilişkisel etkileşim evrenseldir. Ancak Kohut “Oidipal Devre” (Oedipal phase) kavramını kullanır. Ona göre her insan Oidipal devreden geçer ancak herkes Oidipal çatışma yaşamaz. Bazı bireylerin Oidipal devreleri sorunlu, diğerlerininki sorunsuz geçebilir. Oidipal devre çocuğun ebeveyni ile ilişkilerinde cinsellik ve kendine güven ile ilgili etkileşimler içinde olduğu zaman dilimidir. Çocuk beğenilmek, yenmek, rekabet etmek, üstün olmak ve tercih edilmek ister. Çocuğun bu yönelimlerini hoşgörü ile karşılayan, rekabetten rahatsız olmayan ve tüm bunları gelişimin gereği olarak gören anne-babalar, bu devrenin çocuğun gelişimi için bir kazanç olmasını sağlarlar. Böyle bir Oidipal devreden geçen çocuk için bu etkileşim dönemi bir psikopatolojik oluşuma sebebiyet veren bir çatışma değil, gelecek için çocuğu kuvvetlendiren bir ortam yaratır. Çocuk bu dönem ile birlikte yetişkinler dünyasına girmeye hazırlanır.
Ancak çocuğun Oidipal dönemdeki istekleri ve gereksinimleri, narsist gelişimleri hasarlı anne-babalar için birer tehdittir. Çocuğun beğenilme isteği, cinsellikle ilgili merakı ve kendine güven odaklı hak arayışları ve rekabeti onları rahatsız eder. Bu rahatsızlığın çocuğa yansıtılması ve onun üzerinde bir baskıya dönüşmesi, onun sevgi arayışlarını, azgın şehvete, hak arayışları ve rekabetini, şiddetli saldırganlığa dönüştürebilir.
Heinz Kohut’un ölümünden sonra yayınlanan makalesi, “İçebakış, Eşduyum ve Akıl Sağlığının Yarım Çemberi”nde8 konuyu ayrıntılı olarak işler. Kohut bu makalede Freud’un Oidipus çatışmasını ortaya atarken ilham aldığı Oidipus Trajedisine alternatif olarak başka bir öykü önerir. Bu Odysseus’un öyküsüdür. Homer’in anlatımına göre, Odysseus Truva savaşına gitmemek için deli taklidi yapar. Dış dünyada olup bitenin farkında değil gibidir. Onun numara yaptığından şüphelenen ve durumunu görmeye gelen Palamedes, Odysseus’un bir saban ile toprağı sürdüğünü görür. Ona sorulan sorulara yanıt vermiyordur ve çevresindekileri tanımıyordur. Palamedes, Odysseus’un yeni doğmuş bebeği Telemachus’u alıp sabanın geçeceği yola koyar. Çocuğuna zarar vermemek isteyen Odysseus Truva savaşına gitmemek için numara yaptığını -ve dolayısı ile akıl sağlığının yerinde olduğunu- açığa vuracak şekilde sabanla yarım çember çizip, yolunu değiştirir. Kohut bu sahneyi “akıl sağlığının yarım çemberi” olarak adlandırır. Bu adlandırmanın iması, baba-oğul ilişkilerinde normal olanın sevgi, koruma, kollama olduğudur. Baba ile oğulun birbirlerine ölümcül nefret duymaları normal gelişimin bir parçası değil, ilişkilerdeki anormalliklerin ve sapmaların sonucudur.
Kohut Odysseus öyküsünden çıkarımlar yaparak Freud’un Oidipus yorumunu eleştirir. Freud anormal bir baba-oğul ilişkisini model alıp, tüm insanlık hakkında çıkarıma gitmiştir. Sonuç olarak tabi ki “anormal” diye adlandırılan olgu da, “normal” olanın bir versiyonudur. Anormal olan, normalin doğası hakkında çıkarıma izin verir. Kohut’a göre Oidipus öyküsündeki sapmanın başlangıcı ve sebebi Oidipus’un ebeveyni tarafından tabiatta ölüme terkedilmesidir. Oidipus istenmemiş bir çocuktur. İstenmemiş ve tabiatta ölüme terkedilmiş bir çocuğun öyküsü tüm insanlığın psikolojisini anlamak için kullanılabilir mi ? Yoksa bu öykünün yanına -Odysseus’un öyküsü gibi-başka öyküler de koyup, insanı tüm bu öykülerin kesişme ve ayrışma noktalarının ışığında mı değerlendirmek gereklidir ?
Kohut Sonrası
Kohut’un ölümünden sonra Kendilik Psikolojisi’nde bazı alt-ekoller ortaya çıktı (Özneler-arası, Güdülenme Sistemleri, İlişkisel-Tedariksel). Alt-ekoller kendi aralarında diyalektik bir gerilim yaşayarak, Kendilik Psikolojisi’nin gelişimine katkıda bulundular. Bu yazının sınırları bu alt-ekollerin herbirini açıklamayı olanaksız kılıyor. Yazı, Kendilik Psikolojisi’nin bu yeni katkılarla ulaştığı güncel özelliklerini -özellikle klinik ortama odaklanarak- anlatarak sona erdirilecek. Bu güncel özelliklerin bir kısmı, doğrudan Kohut’un tanımladığı ve belirlediği esaslar olarak varlığını sürdürürken, bir diğer kısmı Kohut’ta üstü örtük olarak varolanların, onu izleyenler tarafından “yoruma tabi tutulması” ile vücuda gelmişlerdir. Bu ikinci grup özellikler, Kohut’a muhafazakar bir şekilde bağlı kalan “Kendiliğin Psikolojisi” ekolü ile Yenilikçiler arasında tartışma konusu olmaktadır. Muhafazakarlar, Yenilikçilerin Kohut’u yoruma tabi tutma şekili ve içeriğini eleştirmektedirler.
“Mesaj Mesajdır”
Klasik analiz uygulamalarındaki anlayışa göre, her malzeme bir diğer malzemeye direnç olarak ortaya çıkabilir9. Kendilik psikologları, hastanın çağrışımlarını, rüyalarını ve diğer malzemeyi dinlerken, her mesajı bir başka mesajı gizleyen bir örtü olarak görmezler. Onlara göre böyle bir yaklaşım hastanın söylediklerini duymaktan ziyade, analistin kafasındakileri hastaya zorla empoze etmesine kadar gidebilir. Pekçok analizde hastalar psikanalistlerinin kurguları ile kendi dünyaları arasında giderek açılan bir yarıktan yakınmaktadırlar. Böyle bir durumda hastanın kendi anlamında ısrarlı olması “direnç”, baskıya dayanamayarak kendisine dayatılanlara rıza göstermesi “içgörü” adını almaktadır. Kohut klasik ekolden uzaklaşmasını bir hastanın yakınmasını “en sonunda” duyduğu anda yaşadığı uyanmaya bağlar. Ona göre, böyle açmazlarda haklı olan herzaman hastadır6. Bu anlayışın tipik örneklerinden biri modern uygulamalarda rüyanın ele alınışıdır.Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage’nin10 ve daha önce Pontalis11 ve Khan’ın12 ileri sürdüklerine benzer bir şekilde, rüyanın kendi iletişim niteliği içinde bir anlamı olduğunu iddia ederler. Rüyalar ikincil sürece çevrilmesi gereken metinler olmaktan ziyade, birincil sürecin görsel-duygulanımsal-duyumsal dokusunun doğrudan anlaşılması gereken mesajlarıdırlar. Rüyaların her parçasını bir detektif gibi açıklama uğraşına girmek rüyanın doğasına aykırıdır. Rüya, ifade edildiği seans bağlamı içinde bir “hal”dir. O hali, ikincil sürecin kuram yüklü düşünce düzenekleri ile “açıklamak”tan ziyade, duygulanımsal rengine bakarak “anlamak” gerekir. Fosshage’ye13,14 göre rüyanın mesajını yoğun simge çözümleme uğraşı ile anlamaya çalışmak ve rüyadaki her unsuru bir örtü olarak algılayıp, arkasına geçmeye gayret etmek bir yanılgıdır. Böyle bir yanılgı, rüyayı ikincil süreç özellikleri ile anlamak ve onu ikincil sürecin özelliklerine büründürmek gayretinden kaynaklanır. Rüya birincil sürecin eseridir, yoğun linguistik oyunları kaldırmaz. Rüya ve o rüyanın seans içindeki anlatımı, hastanın seans içindeki hali, tavrı, öyküsü ve çağrışımları ile, bir başka deyişle “bağlam” (context) içinde yerini bulur ve o bağlam içinde yalın ve mütevazi mesajını verir.
“Mesaj mesajdır” ilkesi seans içindeki iktidar ilişkisi açısından dikkate değer bir durum yaratmaktadır. Klasik analiz uygulamalarındaki iktidar ilişkisi “herşeye-gücü-yeter” ve “herşeyi-bilir” özellikleri ile tamamen psikanalistin lehinedir. Son sözü psikanalist söyler. Bu durum 19. Yüzyıl- 20.yüzyıl kavşağındaki modern ve aydınlanmacı Devlet’in yurttaşı üzerindeki gücünü çağrıştırmaktadır. O Devlet kendi gücünün devamı için, yurttaşını belli bir baskı altında tutar ve ondan şüphe eder. Ayrıca yurttaşların şikayetlerini de cahil insanların anlamsız sızlanmaları olarak duyar çünkü o herşeyin en iyisini bilmektedir. Yurttaşların iyiliği için gerekli ve geçerli olanı, Devlet -onlara rağmen- bilmektedir. 20. Yüzyıl-21. Yüzyıl kavşağındaki modernlik-sonrası devlet-yurttaş ilişkileri “iktidarın dağılım (dağıtım)” projesini içerir. Burada, iktidar ilişkileri, birbirine yakın güçlerin “hassas güç dengesi bozulmaları ve sonra tekrar onarılmaları” dansıdır. Burada devlet herşeyi bilme sevdasında değildir, yatay dağılmış karar süreçleri, tüm sivil birimlerin etkileşimleri ile sonuçlara ulaşır. Psikanaliz de içinde yaşadığı bağlamların ve o bağlamlardaki üretim-tüketim ilişkilerinin ve iktidar oyunlarının etkisinde kalmaktadır. Bu yüzden 19. Yüzyılın psikanalizi ile, 21. Yüzyılın psikanalizleri arasında farklar olacaktır. Öyle görünmektedir ki, psikanalizin post-modern yorumu Kendilik Psikolojisi’dir.
Çözümleme Odağı Olarak Etkileşim
20. Yüzyıl damgalı pekçok bilimsel gelişme (özellikle kuantum fizik) Kendilik Psikolojisi’nin ilhamı ve destekçisi olmuştur. Kendilik psikologları klasik psikanalistlerin analizde arkasına sığındıkları “tarafsızlık”, “anonimite” ve “perhiz” gibi ilkeler sayesinde çözümleme sürecine bir etki yapmadıkları savını yanlış ve naif bulurlar. Modern fizikteki gelişmelerin (özellikle “Belirsizlik Yasası”) ışığında, “gözlemci”nin “gözlenen”i değiştirdiğini ileri sürerler. Gözlemci kendi katkısını görmezden gelerek çözümleme yapamaz. “Yalıtılmış bir zihni” çözümleme iddiası Kartezyen düşüncenin insanlığın başına bela ettiği bir yanlışlığı içerir. Üzerine çalışılabilecek tek odak psikanalist ve hastanın yaratttıkları “etkileşim”dir. Bu odağa “özneler-arası” adını verirler15,16. Bu odak üzerinde çalışma, Ferenzci’nin “karşılıklı analiz” olgusunu çağrıştırır özellikler barındırmaktadır ancak Ferenzci’nin önerdiği kadar aşırı değildir. Psikanalist hasta ile yaşadığı etkileşimi yorumlarken, kendi katkılarını daha çok dışsal (görünür davranışlara dayalı) özellikler üzerinden açar. Ya da –daha seyrek olmak üzere- belli durumlarda bağlamı renklendiren duyguları, kendi duygularını da açarak inceler. Ancak tüm bu çalışmalarda, sınırlı bir “karşıaktarım açılımı” vardır. Etkileşime katkıda bulunan bünyelerin dinamiklerinin açılımı Ferenczi’de olduğu gibi bütünü ile “simetrik” değildir, hala “asimetrik”tir. Psikanalistin bu “asimetri”deki özellikleri “göreceli tarafsızlık, anonimite ve perhiz” olarak tanımlanabilir.
“Tarafsızlık”, “anonimite” ve “perhiz” psikanaliz kültüründe “sine qua non” öneme sahiptirler. Klasik psikanaliz uygulayıcıları bu üç ilke olmaksızın, analitik çerçevenin korunamayacağına inanırlar. Bu ilkelere bağlı kalan bir uygulamacı hastanın bilinçdışının kendini ifade etme sürecini kirletmemiş olur. Bu ilkeler belli bir dış uyaran mahrumiyeti yaratarak hastanın bilinçdışının yansıması için de uygun ortam yaratmış olurlar. Böyle bir ortam psikanalitik süreçte sınırların belirli olmasını sağlayarak hasta için (aynı zaman da psikanalist için) bir güven ve güvenlik te yaratır. Ne var ki, yüz senelik deneyimde, bu ilkelerin psikanalizde kullanımında abartılı şekiller aldığı görülmüştür. İlkelerin gerisindeki pozitivist ideoloji, psikanalistin abartılı bir şekilde tarafsız, anonim ve doyurmayan olması ile hastanın süreçlerini hiç etkilemeyeceğini varsayar. Konuşmayan, gülümsemeyen, el sıkmayan, hep aynı kıyafetleri giyen, sorulara yanıt vermeyen, odasında hiç değişiklik yapmayan bir psikanalistin ortamda hiçbir “kirletici” etki yaratmadığına inanılır. Oysa, post-pozitivist ideoloji “hiçbir şey yapmamanın da bir şey yapmak olduğu”na inanır. El sıkmayan ve gülümsemeyen bir psikanalistin hastanın mazohistik dürtülerini doyurmadığını kim söyleyebilir ? Üstelik, psikanalist gerçekten tarafsız mıdır ? Psikanalist inandığı ve yorumlarında dayattığı ideoloji ile17, hastaya yardım etme taahhütüyle ve seçtiği meslekle ne kadar tarafsız olabilir ki ? “Terapötik işbirliği” kavramı9 böyle bir tarafsızlığı olanaksız kılmaktadır. Psikanalizin iki katılımcısı (analist ve hasta) insani ilişki temelinde hiçbir şekilde tarafsız ve perhizci olmayan bir paylaşım içindedirler.
Psikanalizin uygulaması sırasındaki tarafsızlık, anonimite ve perhiz ilkeleri “teknik tarafsızlık” başlığı altına toplanması ve insani ilişki boyutundan ayrı değerlendirilmesi gereken ögelerdir. Kendilik psikologları hastasını karşılarken onun elini sıkıp, gülümseyen bir psikanalistin, seans içinde uygulamasını “teknik olarak tarafsız” sürdürebileceğine inanır. Kendilik psikoloğu boşanıp boşanmama konusunda kendisine doğrudan soru soran bir hastaya duvar gibi sessiz kalmaz; hastasına, bu soruya yanıt vermesinin süreç ve teknik açısından doğru olmadığını söyler ve bu soru ile başlayan etkileşimi anlamak ve açıklamak için hastasını çalışmaya davet eder. Kendilik psikologları hastayı, insani ilişki boyutunu gözden kaçırmadan, analitik sürecin ve çerçevenin ortağı ve yoldaşı kılarlar. Çalışma bazen bir “diyalog” olarak bile görülür18.
Direnç ve Yorum
“Diyalog” kavramı klasik psikanalitik çevrelerin kulağına aykırı gelir. “Diyalog” ile ne kastedilmektedir ? Ornstein’lere göre, psikanalist hastasına bir yorum dayatamaz. Hastanın katılmadığı hiçbir yorumlama süreci doğru bilgi getirmez. Yorum ancak bir “beraber çalışma teklifi”dir. Hasta bu teklifi inceler, değerlendirir ve yeni bir şekil verir. Psikanalist bu yeni şekil üzerinden yeni bir teklif yapar. Süreç bu karşılıklı katkılarla devam eder. Peki o zaman klasik uygulamadaki “direnç” olgusu nerededir ? Kendilik psikologları “direnç” olarak adlandırılan olguların bir bölümünü “tekrar travmatize olma kaygısı” olarak değerlendirirler15. Ancak onlara göre analitik ortamda direnç olarak adlandırılan olguların önemli bir kısmı –hatta özneler-arası alanın ürünü olarak çoğunlukla, “tekrar travmatize olma kaygısı” da- yatrojenik etkiler taşır. Ornstein’ler18 “direnç” olgusunu, psikanalistin ısrarla aynı yönde yaptığı yorumların yarattığını iddia ederler. “Diyaloğa dayalı beraber çalışma ortamı”nda hastalar böyle dirençler göstermemekte, dünyalarını analistlerine “kendileri” açmaktadırlar. Klasik kuramın gerisindeki inancın tersine, “insani eşduyumsal çevre”nin doyurucu etkisi, dirençleri kuvvetlendirmek yerine, hastaların kalkanlarını indirmelerine yardım etmektedir. Klasik uygulamalardaki “gayri insani çevre” hastanın kendisini korumasına ve sakınmasına yolaçarak, “direnç” olarak adlandırılan olgunun yatrojenik olarak ortaya çıkışına zemin hazırlar.
Temel Güdülenme ve Yorum
Kendilik Psikolojisi temel güdülenmeyi kendiliğin gelişim programını tamamlama amacı olarak görür19. Cinsellik ve saldırganlık gibi klasik kuramın temel güdülenme olarak gördüğü olgular, amaç olmaktan ziyade kendiliğin temel amacının araçlarıdırlar. Şehvet ve aşırı saldırganlık, kendiliğin bu temel amacı gerçekleştirmesi engellenip, gelişimde tıkanmalar ve sapmalar oluştuğu zaman ortaya çıkan “çözülme” ürünleridirler20.
Kendilik psikologu seans içindeki etkinliğinde cinsellik ve saldırganlık odaklı eylemlerin yorumunu yaparken, bunları doğrudan cinsel ve saldırgan arzulara bağlamak yerine, kendiliğin narsist içerikli, kendini tamamlama, bütünleme, kuvvetlenme amaçlarını engelleyen kırılma ve kopmaların sonucu olarak görür. Bu eylemler patoloji odaklı dışavurumlar değil, “astarı yüzünden pahalıya gelen” bir “kurtarma / telafi işlemi”nin ürünleridirler21. McWilliams22 klasik ekolün cinsel ve saldırgan arzuları içerik alan ve patoloji odaklı yorumlamasını “aşağı doğru yorumlama”, Kendilik Psikolojisi’nin kendiliğin gelişim programını tamamlama ve sağlık odaklı yorumlamasını “yukarı doğru yorumlama” olarak adlandırır.
Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage10 ise beş güdülenme sistemi tanımlarlar: Fizyolojik gereksinimler sistemi, bağ kurma sistemi, duyumsal / cinsel sistem, keşif / atılganlık sistemi ve nefret / tiksinti sistemi. Onlara göre, Kohut’un katkıları, klasik kuramdaki cinsellik ve saldırganlığa, “bağ kurma” sistemini eklemiştir. Kohut’un tanımladığı narsizm odaklı kendiliknesnesi işlevleri ve buna duyulan gereksinimler “bağ kurma” sisteminin özellikleridirler. Oysa onlara göre, her beş sistemin içinde kendiliknesnesi işlevleri ve gereksinimleri vardır. Kendiliğin gelişim programını tamamlaması için bu beş sistemde de kendiliknesnesi etkileşimleri ile olgunlaşması gerekir. Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage yorumlarında hastanın getirdiği malzemeyi, bu beş sistemin herbirine ayrı ayrı bağlantılandırarak çözümlerler.
Model Sahneler / Zihinsel Örgütleyici Şemalar
Psikanalist ve hastanın beraberce oluşturduğu özneler-arası bağlama odaklanmış etkileşimler, bazı “model sahneler” yardımı ile daha kolay anlaşılabilirler. “Model Sahneler” hastanın dünyasını ve o dünyanın “öteki” ile buluşmasını en güzel şekilde açıklayan “özetler”dir. Fosshage, Lichtenberg ve Lachmann10 bu “özet”lere, “örgütleyici düğüm noktaları” (organizing nodal points) adını verirler. Bazen analitik çalışma, bir rüyayı, bir anı parçasını veya bir filmden, bir romandan bir sahneyi böyle bir “örgütleyici düğüm noktası” (veya kuramcıların verdiği diğer isimle, “zihinsel örgütleyici şema”) olarak görür. Amaç klasik ekolde olduğu gibi bastırılmış bir bellek parçasını tekrar oluşturmak değil, fakat güncel bir etkileşimin anlamını araştırmak, anlamak ve kavramaktır. Pekçok deneyimli analist veya terapist hastanın anlattığı bazı rüya, anı veya olayların, süreç içinde tekrar tekrar ele alınan öncelik ve öneme sahip olduklarını farketmişlerdir. O rüya, anı, olay veya belli bir filmin senaryosu spesifik bir dramayı barındırır. O belirli drama hastanın dünyasına ulaşmada yüksek düzeyde “anlatıcı”, “açıklayıcı” ve “özetleyici”dir.
Güncel Kendilik Psikolojisi uygulamalarında analist “kendisi” olarak varolur. O kendi kişiliğini gizlemeyen bir teknisyendir. Hastası ile insan insana ilişki kurar, ancak bu ilişkinin, özünde bir hizmet olduğunu unutmaz. Her ilişkide olduğu gibi bu ilişkide de bir zaman sonra aktarımsal oluşumlar sahnede boy göstermeye başlar. Her iki insanın ortaklaşa şekillendirdiği bu oluşumların anlaşılması ve yorumlanması çeşitli “sekans analizleri” yardımı ile yapılır. Analist hastanın analitik ortamdaki duygulanımlarını yakından izler. Bu duygulanımların incelenmesi, analisti hastanın kendiliknesnesi deneyimlerine ve “zihinsel örgütleyici şemaları”na götürür. Hem kendiliknesnesi deneyimleri, hem de “zihinsel örgütleyici” şemalar aktarım boyutunda belirginleşirler. Bu iki grup olgunun aktarımda harekete geçmesi hastanın atıf, beklenti ve çarpıtmaları kadar analistin özellikleri, hareketleri ve algılamalarından da kaynaklanır. Analist hastanın aktarım deneyimini araştırırken kendi payını da hesaba katar. Bu araştırma, analitik sürecin zamanın belli bir noktasında (daha çok “kırılma” gibi duyguların yoğunlaştığı noktalarda) durdurulması ile başlar. Analist süreci durdurup, geriye bakar, bir başka deyişle “süreci üzerine katlar”. Analist hastasına “Burada ne oldu ? Gelin araştıralım, anlamaya çalışalım” der. Araştırılan “süreç sekansı” bir video çalışması gibi tekrar ve tekrar, ileri-geri incelenir. Bu çalışma bazı durumlarda o kadar kavratıcı ve açıklayıcı olabilir ki, üzerine çalışılan analitik “süreç sekansı” bir “model sahne”ye dönüşüp, ileriki çalışmada da referans oluşturabilir.
Analitik süreç, analist ve hasta arasında “özneler-arası” bir aktarım oluşumu yaratır. Daha önce de değinildiği gibi, bu oluşum iki kişinin de ortak katkısı ile meydana geldiği için klasik modelde olduğu gibi sadece hastanın geçmişinin sorunlu yaşantılarının bir tekrarı değildir10,23. Ancak şüphesiz, o sorunlu “yaşanmış deneyimler”den etkilenen bir “versiyon”dur. Bu belirli “versiyon”, “olasılıklar aralığı”nda (range of possibilities) belirli bir noktadır. Analitik süreçte hastanın analist ile beraber bu spesifik aktarımsal “versiyon”u anlaması, çözmesi ve üstesinden gelmesi, yaşamındaki diğer ilişkilerdeki özneler-arası oluşumlardaki (diğer versiyonlardaki) zorlukları aşması için ilk adımı attırır ve bir “çözüm modeli” (yeni bir model sahne) oluşturur.
Fosshage analizin sağladığı değişimi çeşitli şekillerde açıklamaktadır24. Sorunsal şemaların dereceli olarak hakimiyetlerini yitirmeleri onun en önem verdiği açıklamadır. Bu değişiklik bir akomodasyon ve / veya “ilave örgütleyici şemaların oluşması” ile gerçekleşir. Böylesi şemasal bir değişiklik hastanın deneyiminin zenginliği ve çeşitliliğini arttırır. Fosshage, Franz Alexander’ın analitik camiada “aktarım manipülasyonu” olarak görülüp, eleştirilen9 “düzeltici duygusal deneyim” (corrective emotional experience) kavramını analizde gerçekleşen değişimi açıklamada çok değerli bir kavram olarak görür. Analistin sağladığı “düzeltici duygusal deneyim” hem hastanın kendiliknesnesi gereksinimlerinin karşılanmasını, hem de aktarımsal beklentilerin ve arkaplandaki şemaların “kendini doğrulayan kehanetleri”nin kırılmasını sağlar.
Türkiye’de Kendilik Psikolojisi
1998’de yılından itibaren çalışmalarını sürdüren “Anadolu Psikanalitik Psikoterapiler Grubu” Kendilik Psikolojisi ile ilgili enformel bir eğitim sürecini sürdürmektedir. Chicago’lu bir psikiyatrist ve psikanalist olan Dr. Allen Siegel’ın koordinasyonu ve danışmanlığı ile gerçekleştirilen eğitime Istanbul, Ankara ve İzmir’den toplam 36 kişi katılmaktadır. Katılımcılar psikiyatrist, klinik psikolog, danışman ve sosyal hizmet uzmanıdır. Eğitim yurtdışından gelen eğitimcilerin seminerlerini, audio-konferansları, süpervizyon ve okuma gruplarını içermektedir. Bu etkinlikler kapsamında Anna ve Paul Ornstein, Renee ve Allen Siegel, Joseph Lichtenberg, Leonard Gillman ülkemizi ziyaret ederek eğitimler vermişlerdir.
Kaynaklar
- Siegel, A. Heinz Kohut and the Psychology of the Self. London & New York: Routledge, 1996.
- Kohut, H. Introspection, Empathy and Psychoanalysis. An Examination of the Relationship of the Relationship Between Mode of Observation and Theory. Journal of the American Psychoanalytic Association 1959; 7: 459 – 483.
- Freud, S. On narcissism: An introduction. Standard Edition, 14: 1 – 66,1914.
- Kohut, H. Forms and Transformations of Narcissism. Ornstein P.(ed.) The Search for the Self Vol.1, New York: International Universities Press, 1978; 427-60.
- Freud, S. Mourning and Melancholia. Standart Edition, 14: 239 – 258, 1917.
- Kohut, H. The restoration of the self. Connecticut:International Universities Press,1977.
- Kohut, H. Analysis of the Self. New York: International Universities Press, 1971.
- Kohut, H. Introspection, Empathy, and The Semi-Circle of Mental Health. International Journal of Mental Health 1982; 63: 395 – 407.
- Greenson, R. R. The Technique and Practice of Psychoanalysis, Volume I, New York: International Universities Press,1967.
- Lichtenberg, J, Lachmann, F, Fosshage, J. L. Self and Motivational Systems. Hillsdale, NJ: The Analytic Press, 1992.
- Pontalis, J. B. Frontiers in Psychoanalysis. London: Hogarth Press, 1981.
- Khan, M. M. R. The Privacy of the Self. London: Hogarth Press, 1974.
- Fosshage JL. Dream Interpretation Revisited. Frontiers in Self Psychology. Goldberg A (ed.) Progress in Self Psychology Vol.3. Hillsdale, NJ; The Analytic Press, 1988; 161-175.
- Fosshage JL. The Developmental Function of Dreaming Mentation: Clinical Implications. Goldberg A (ed.) Dimensions of Self Experience, Progress in Self Psychology Vol. 5. Hillsdale, NJ; The Analytic Press, 1989; 45-50.
- Stolorow, R. D., Brandchaft, B., Atwood, G. E. Psychoanalytic Treatment. An Intersubjective Approach. Hillslade & New Jersey: The Analytic Press, 1987.
- Orange, D. M, Atwood, G. E, Stolorow, R. D. Working Intersubjectively. Contextualism in Psychoanalytical Practice. Hillsdale: The Analytic Press, 1997.
- Phillips, A. Terrors and Experts. London: Faber & Faber,1995.
- Ornstein, P, Ornstein, A.. Some General Principles of Psychoanalytic Psychotherapy. A Self Psychological Perspective. Understanding Therapeutic Action. Lifson, LE (ed.). Psychodynamic Concepts of Cure. New York: The Analytic Press, 1996; 87-101.
- Kohut, H. How Does Analysis Cure ? Chicago and London: University of Chicago Press, 1984.
- Stolorow, R. D, Lachmann, F. M. Psychoanalysis of Developmental Arrests. New York: International Universities Press, 1980.
- Miller, J. P. How Kohut Actually Worked. Progress in Self Psychology 1985; 1: 13-32.
- McWilliams, N. Psychoanalytic Diagnosis. New Jersey: The Guilford Press, 1994.
- Fosshage, J. L. Self Psychology and Its Contributions to Psychoanalysis. International Forum Of Psychoanalysis 1995; 2: 9-12; 1-9.
- Fosshage JL. Toward Reconceptualizing Countertransference. Int J Psychoanalysis 1994; 75: 265 – 280.