Yorumun Oluşumu (1979)

Makalenin Yazarı: Jacob A. Arlow / Çeviren: Deniz Yılmaz

Özet: Hastanın ürünlerine analistin tepkisinin önemine dair fikirler çok farklıdır. Bu tepki analistin hastasının ürünlerini anladığı yollardan biridir. Bu makalede içgörünün oluşma sürecine dair bir mantıksal bir açıklama sundum. Analistin işleyişinde Hastada olana benzeyen bir yarık vardır. Geçici özdeşim yoluyla, empati, sezgisel süreç sağlanır. Analist bilincin dışındaki klinik veriyi kavramsallaştırır. Sonda elde edilen ürün analistin içsel tepkisidir, içe bakış yoluyla bilinçli hale gelir. Analistin tepkisi içsel bir iletişimin bir biçimidir. Bir yoruma dönüşmeden önce disiplinli ve bilişsel veriye göre hastanın malzemesi ile uyumlu hale gelir.

Psikanalitik tekniğin prensipleri nevrozun psikanalitik kuramından ortaya çıkmıştır ve onu yansıtır. Temelde psikanaliz bir çatışma psikolojisidir. Kris (1950) psikanalizin çatışma bakış açısından görülen insan doğası olduğunu söylemiştir. Psikanalitik tedavinin ve araştırmanın temel çerçevesi/ortamı, yani psikanalitik konum, ruhsal belirlenimciliğin temel prensipleri, çatışmadaki kuvvetlerin dinamik etkileşimi ve bilincin dışındaki kuvvetlerin etkilerini belirleyen topografik etkenler bağlamında yapılanır. Analistler psikanalitik konum içinde yaptıkları gözlemleri her ne kadar farklı şekillerde kavramsallaştırsalar da, pratik açıdan hepsi psikanalitik konumun özgün, temel ve eşsiz bir tedavi ve araştırma yöntemi olduğu konusunda hem fikirdirler. Psikanalizdeki genetik bakış açısı ampirik açıdan bulunmuştur. Bu bakış açısı Nevrotik belirtileri altında yatan çatışmaların kökeninin erken çocukluk döneminin içgüdüsel arzularından kaynaklandığını gösteren tekrarlanan psikanalitik gözlemlerden ortaya çıkar. Bu bilinçdışı çatışmalar düzenli bilinçdışı düşlemler çevresinde kümelenir. Bu düşlemlerin türevleri sadece semptomlar ve rüyalar şeklinde değil aynı zamanda sakar eylemler, bilinçli düşlemler şeklinde de bilinçli zihinsel işleyişe izinsiz girerler (Arlow, 1969). Temelde psikanalitik durumun işlevinin önemli bazı teknik hedefleri vardır. Bunların başlıcası hastanın bilincinde ortaya çıkanların, örneğin düşünceler, düşlemler, duygular gibi, mümkün olabildiğince içsel sebeplerle belirlendiğinden ve hastanın bilincinde ortaya çıkanları bilinçdışı çatışmaların süreyen baskısının türevleri şeklinde algıladığından emin olmaktır. Katılımcı-gözlemci olarak analist dürtü ve savunma, ahlaki baskılar ve istekler arasındaki etkileşimi eylemin gerçekçi sonuçlarını dikkate alarak çalışan bir konumdadır (Arlow ve Brenner, 1966). Aslında analistin gözlemleyen ve nihai olarak dinamik açıdan sabit olmayan dengeyi etkileyen olarak işlevsel alanı yönettiği söylenebilir.

Hasta temel kurala uymalıdır yani bilincinde olan her şeyi eleştirmeden anlatması beklenir. Analist herhangi bir yorum ya da gözlem yaptığı zaman, hastanın anlatımını böler. Analist tarafından yapılan her müdahale dürtü ve savunma arasındaki dinamik dengeyi rahatsız edici niteliktedir. Analistin terapötik etkileşim içinde hangi nokta da müdahale edeceği belirli bir zamanda dinamik dengenin doğasını nasıl değerlendirdiğine bağlıdır. Tuhaf bir şekilde, rüya psikolojisine artan ilgisi ile birlikte, Lewin terapötik ortamın bu yönünü terapötik ortam, uyku ve rüya arasında benzelikler bağlamında izah etmiştir. Psikanalizin yapay uykunun, yani hipnozun, bir biçimi olarak geliştiğini gözlemlemiştir. Divandaki hasta serbest bir şekilde çağrışımlarını söyleyerek ve biliçdışının ve içgüdüsel dürtülerin türevlerini anlatarak yatakta uyuyan ve rüya gören birisine benzetilebilir. Rüyaların ardındaki bilinçdışı arzular yeterince gizlendiği ve çarpıtıldığı sürece, kişi uyamaya ve rüya göremeye devam edecektir. Fakat, bilinçdışının türevleri açık bir şekilde tehditkar oldukları zaman yani kaygıya sebep oldukları zaman, kişinin uykusu bölünecektir ve rüyaya devam etmemek için uyanacaktır. Analistin müdahalesinin etkisi uyku ve rüyada tarif edilen kuvvetlerin etkileşiminin ışığında izah edilebilir. Benliğin savunmacı manevralarına yönelik bir yorumun hastada şöyle bir etkisi olur: “Bu kadar tetikte olma. O kadar uyanık olma. Uyamaya ve rüya görmeye izin ver ve bilinçdışı arzuların türevlerini ortaya çıkar”. Diğer bir taraftan id dürtüsünü ortaya çıkarmaya yönelik bir yorum da hastaya şunu şöyler: “Uyan. Ne düşündüğünün ve gördüğün rüyaların etkilerini gözle”.


Analistin müdahaleleri ve yorumları divandaki hastanın işleyişindeki bir yarığın beraberinde gelmesini sağlar. Hastaya aklına ne gelirse ayırt etmeden söyleme gibi bir edilgen bir görev verilmiş olmasına karşın, hasta zaman zaman onu kendi ürünlerinin etkin bir gözlemcisi ve yorumlayıcı olmaya yönlendiren analistin bu işlevi (yorumlama) ile bölünür. Bir anlamda hasta kısmen analistin çalışmasını taklit etmeye davet edilir, ki bu analistin gözlemci ve yorumlayıcı rolüyle kısmen özdeşim kurmasını kolaylaştıran bir süreçtir. Sterba (1934) analiz sürecinde benlikteki bu yarığın bazı değişikliklerini anlatmıştır. Analiz etme sürecinde analistle özdeşim kurma birçokları tarafından psikanalizin terapötik etkisini gösteren en önemli etkenlerden biri olarak vurgulanmıştır. Bu bakış açısına dair en önemli ve özgün açıklama Strachey (1934) tarafından yapılmıştır. Bu noktada vurgulanan en önemli gözlem hastanın değişken rolüdür. İlk başta bu rol edilgen bir roldür. Sadece bilincine gelenlere dair algılarını anlatır. Ancak analistin müdahalelerinin sonucunda rolü etkinleşir. Anlattıklarının mahiyeti, sırası, bağlantıları ve olası anlamları üzerine gözlem yapar ve derinlikli düşünür. Daha sonra göreceğimiz gibi, benzer bir yarık ve yer değiştiren çalışma tarzı analistte de oluşur.


Hastanın bilinçdışı düşüncelerinin başkası tarafından nasıl anlaşıldığı başlangıçtan beri analistlerin ilgisini çeken bir meseledir. Freud (1915, s. 159) başlangıçta oldukça güven vericiydi. Şöyle demişti: “psikanalize her yeni başlayan başlangıçta hastanın çağrışımlarını yorumlarken ve bastırılmış olanla uğraşırken ortaya çıkan zorluklar karşısında paniğe kapılmış hissedebilir. Fakat zaman geçtikçe bu zorlukları önemsemez ve onun yerine karşılaştığı hakiki ve en ciddi zorluğun aktarımın idare edilmesi olduğuna ikna olur”. Freud’un teknik üzerine yazdıklarındaki bazı kısımlar bilinçdışı zihinsel süreçlerin anlaşılması sürecinin otomatik bir şekilde olduğunu söyler. Bilinçdışı bir düzeyde işler ve analiste hastanın ürünleri karşısında edilgen-alıcı bir rol atfeder. Freud (1912, s. 115-116) şöyle der: “Tıpkı hastanın kendi gözlemlerinin fark edebildiği her şeyi ilişkilendirmesi ve bunlar arasından bazılarını seçmesine yol açan bütün mantıksal ve duygusal itirazlarını geri çekmek zorunda olduğu gibi, doktor da yorumlama maksadıyla kendisine söylenen her şeyi ve hastanın vazgeçtiği gizlenen bilinçdışı malzemeyi kendi sansürünü koymadan fark edip kullabilir bir konumda olmalıdır”. Bir formül içine koyacak olursak analist kendi bilinçdışını hastanın bilinçdışını ileten alıcı bir organa dönüştürmelidir. Tıpkı bir telefon alıcısının iletici mikrofona ayarlanması gibi analistte kendisini hastaya uyarlamalıdır. Nasıl alıcı telefon hattındaki elektrik titreşimleri ses dalgalarına çeviriyorsa, doktorun bilinçdışısı da kendisine iletilen bilinçdışı türevlerden bilinçdışını yeniden yapılandırabilir. Tekrar vurgulanması gerekir ki, analistin hastada ortaya çıkan düşüncelere, algılara, düşlemlere, duygulara dair malzemesine karşı edilgen-alıcı ve eleştirel olmayan bir tutuma sahip olması gerekir.


Freud analistin kendi içsel deneyiminin hastanın zihinsel yaşamını uygun bir şekilde anlamak için kılavuz olduğunu söyler. Psikanalize yeni başlayanları yatıştırmak için verdiği güvence tasarlanan amacın biraz dışına çıkmış gibi görünmektedir. Analistin içsel deneyiminin anlamını nasıl yorumlayacağı tartışmalı bir konu olmuştur. Gerçek yaşamda mevcut bir telefonda olduğu gibi, iletilen mesaj sıklıkla bozuk, karışık ve belirsizdir. Psikanaliz tarihinin farklı zamanlarında analistin içsel algıları farklı gözlemciler tarafından farklı şekillerde anlaşılmıştır. Isakower (1963), “analiz eden araç” kavramıyla bu süreci en somutlaştıran kişidir. Isakower’a göre, eğer analist kendisini uygun bir şekilde analiz ederse, doğru yorum serbest çağrışım şeklinde analistin zihninde belirecektir. Isakower her ne kadar “analiz eden araç” kavramına uzamsal bir boyut ve maddesel bir yapı vermeye çalışmışsa da, bu konu üzerine yazdığı sınırlı yazıdan anlaşıldığı kadarıyla, onun analiz eden araç kavramı Freud’un bilinçdışı sistem kavramıyla aynıdır. Sezgi yoluyla, doğru yorum bilinçte hastanın zihinde kendini gösteren bir bilinçdışı içgüdüsel dürtü türevi şeklinde ortaya çıkar.

Karşıaktarım olgusu üzerine olan tartışma uzun süredir vardır ve hala devam etmektedir. Karşıaktarımın nasıl tanımlanacağı ve teknik açıdan neye işaret ettiği hala tartışma konusudur. Bu konu üzerine olan tartışmalar en iyi Annie Reich (1951), (1960), (1966) tarafından özetlenmiştir. Annie Reich karşı aktarımı analistin kendi bilinçdışı ihtiyaçları veçatışmalarının kendi kavrayışı ve tekniği üzerindekietkileri şeklinde tanımlar. Gerçek karşıaktarımda, tıpkı hastanın aktarımında olduğu gibi, yani geçmiş arzuların ve duyguların analiste yansıtılması gibi, hasta analist için onun geçmiş duygularını ve arzularını yansıtabileceği geçmişten bir nesneyi temsil eder. Bu tepkilerdeki tetikleyici etkenler hastanın kişiliğindeki ve malzemesindeki bir şey ya da analitik durumun içindeki bir şey olabilir. Ben de bu karşıaktarım kavramını bu şekilde anlıyorum. Karşıaktarımı analistin hastaya karşı olan bütün tepkileri şeklinde anlayanlar da var. Bu kavramı hastaya yönelik bütün bilinçli tepkiler, cevaplar, ve duygular şeklinde kullanmaktadırlar. Teknik üzerine olan derslerinde Loewenstein (1957) gerçek karşıaktarım tepkilerini, o anda analizde olanın dışa vurumundan ve analistin fark etmesi gereken hastaya karşı olan bazı duygulardan ve tepkilerden ayırt etmek gerektiğini vurgulamıştır. Örneğin, analist kendisini hastaya karşı cinsel uyarılma, kızgınlık, depresyon, engellenme, yetersizlik ve kafa karışıklığı içinde bulursa, aklına her zaman bu duyguların bilinçli ya da bilinçdışı bir şekilde hastanın kendisinde uyandırmak istediği duygular olduğunu mutlaka aklına getirmelidir. Bu bakış açısı yansıtmalı özdeşimin terapötik etkileşimdeki ana etken olduğunu düşünen görüşle çatışma içindedir. Bu görüş Melanie Klein’ın takipçileri arasında özellikle Güney Amerika’da çok kuvvetlidir. Bu bakış açısına göre, analistin iç dünyasında deneyimlediği doğrudan düşünümü (reflection) ve böylelikle hastanın bilinçli ve/veya bilinçdışı arzularının uygun bir okumasını oluşturur (Baranger ve Baranger, 1966).

Son yıllarda, hepimiz genital dönem öncesine ve gelişimsel çatışmalara artan bir ilginin olduğuna tanık olmaktayız. Bu ilgi geçmişte İngiliz ekolünün yazdıklarıyla ve sınır kişilik ve narsisistik kişiliklere artan ilgi ile tetiklenmiştir. İçe atma ve yansıtma düzeneklerinin vurgulanmasıyla, İngiliz ekolünün bazı üyeleri analistin hastanın çocuksu nesneleri ile aynı hale geldiğini ve böylelikle karşıaktarım tepkilerinin analiz edilmesinin çocukluk çağı tarihini açığa çıkardığı sonucuna varmışlardır. Yani eğer analist hastaya kızgınsa, bu durum çocukluk çağı nesnesinin hastaya kızgın olduğuna işaret eder. Benzer bir şekilde analist kendi öfkesinin hastanın öfkesini veya provokasyonu yansıttığını var sayar. Böylelikle karşıaktarımın analizi aktarımın gelişmesine ışık tutar. Bu yaklaşımın teknik sonucu aktarım ve karşıaktarımın geçmişin hatırlanmasıyla ve hatta onun yeninden yapılandırılması yer değiştirmesidir (Reich, 1960). Bu kavramların bazıları aynalanma kavramının yetişkin analizindeki bazı sorunlara yanlış uygulanmasına benzer. Erken dönem karşılıklı özdeşime dair dikkatli gözlemlerden ödünç alınan aynalanma kavramı sıklıkla analitik durumda karşılıklı empati şeklinde yanlış etiketlenmiştir. Bununla ilişkili olarak, bazı analistler doğru yorumları yapmada ki hataları bazı karşı aktarım çarpıtmalarının göstergesi olarak değerlendirmişlerdir (Langs, 1978). Buna ek olarak, analistin karşı aktarım çarpıtması hastanın aktarımını analiz etmede kullanılmıştır ki bu durum hasta tarafından üretilen aktarım belirtilerine ve çağrışımlarına dair kafa karışıklığı yaratır. Aktarım çocukluk çağının tekrarı olarak kendi önemini kaybetme eğilimindedir ve aktarım çarpıtmaları analistin karşı aktarımı ve gerçek olarak düşünülür.

Aynı şekilde, bazı analistler narsisistik hastaların öfkeli geri çekilme tepkisini analistin empati kurmadaki bazı eksikliklerinin kanıtı olarak görürler (Kohut, 1971). Empati eksikliğinin belirli bir türünün analistin kendi narsisistik gelişimindeki bazı dönüm noktalarına dayandırılabileceğini iddia ederler. Analistin hastanın malzemesine olan tepkileri ve bunun ne anlama geldiğine dair farklı görüşlerin değerlendirilmesi bir kitap kadar yer gerekir. Benim önerim analiz etme süreci sırasında analistin deneyiminin mahiyetini detaylı bir şekilde ele almak ve yorumlarına ulaşmasını ve tasdik etmesini sağlayan bazı basamakları incelemektir. Daha önce belirtildiği gibi, tıpkı hasta gibi analist de çalışması sırasında rol değişimlerine uğrar. Eleştirel yargısını erteler ve edilgen bir şekilde ve ayırt etmeden hasta ne anlatırsa onu dinler. Bilince gelenler hastanın anlattıklarıdır. Bu noktada hasta ile özdeşleşir. Fakat bir süre sonra edilgen-alıcı rolünden ayrılır. Değişim, analizanda olduğu gibi başka birisinin müdahalesi ile ortaya çıkmaz; analistin bilincini istila eden bazı zihinsel süreçlerin içebakış süreci yoluyla fark edilmesi ile gerçekleşir. Analistin zihninde beliren düşünce nadiren iyi formüle edilmiş, mantıksal olarak tutarlı, ve kuramsal olarak iyi ifade edilmiş bir yorumdur. Genellikle, analistin deneyimlediği şey rastgele bir düşünce, benzer bir sıkıntısı olan hasta, bir şiirin dizesi, bir şarkı sözü, duyduğu bir şaka, kendisine ait zekice bir yorum, bir gece önce okuduğu makale, veya birkaç hafta önce dinlediği bir sunum şeklindedir. Başlangıç izlenimlerinin çeşitliliği veya daha doğrusu analistin hastanın malzemesine ilişkin çağrışımları sınırsızdır ve hastanın anlattıkları ile doğrudan ilgilidir ya da değildir. Ya hemen ya da kısa bir süre sonra, hastanın anlattıkları ile analistin düşündükleri ve hissettikleri arasında bir bağlantı kurulabilir. İşte bu noktada analistin içsel deneyimi yoruma dönüşür. Bazen bu süreç büyüsel bir içgörü şeklinde aniden ve spontan bir şekilde gerçekleşir. Özellikle bu durum hastanın bir sonraki ürünleri analistin düşündüğü ama söylemediği şeylerle tam tamına uyduğu zaman doğrudur.

Olaylar zincirinde bazı şeylerin fark edilmesi gerekir. İlk olarak analist hasta ile özdeşim kurar, fakat hastanın zihnine yabancı/dışarıdan gelen bir düşüncenin istilası şeklinde girerek hastanın ürünlerinin edilgen bir alıcısı olmayı bırakıp gözlemleyici-yorumlayıcı rolünü alır. İkinci olarak ve belki de en önemlisi, analistin serbest çağrışımı, hastanın düşüncelerinin temasından uzak ve rastgele olduğu zaman bile analistin kendi içsel yorumunu ve hastanın bilinçdışı düşünce süreçlerinin başlangıç algısını yansıtır. Bu durumun bir istisnası tabi ki aşırı karşı aktarım tepkisi olduğu zamandır. Üçüncü olarak analistin serbest çağrışımı, kavramak üzerine olduğu içgörünün farkındalığındaki ilk basamak olan kendisiyle içsel bir iletişimin bir biçimini yansıtır. Dördüncüsü, analistin içebakış yoluyla kavradığı şey sezgisel sürecin sonucudur. Sezgi gözlemleri, izlenimleri, olayları, deneyimleri sessizce ve çaba harcamadan bir kelime ile düzenleyebilmektir. Analist ve analizan arasındaki tüm iletişimi yakından incelediğimizde bu olgunun doğaüstü bir anlam içermediğini görürüz. Hasta terapistle farklı iletişim biçimleri kullanır. Hasta kendisini sözel ve sözel olmayan şekillerde ifade eder. Davranış biçimi, yüz ifadeleri, vücut duruşu, farklı mimikler, hepsi bazen hastanın sözel olarak söyledikleri ile çelişen veya onları izah eden bir anlam iletir. Ses tınısı, konuşma hızı, metaforik ifadeleri, malzemenin biçimi sözel konuşmada olanın ötesinde bir anlam taşır. Bütün bunlar bazen subliminal olarak algılanır ve bilinçdışı yani sezgisel bir şekilde ele alınıp kavramsallaştırılır. Bu tür bir işleyişte estetik ve yaratıcı olan birşeyler vardır. Bilimsel keşifler ve sanatsal yenilikler aynı biçimde meydana gelirler (Psikanaliz ve estetik süreç arasındaki benzerlikler Freud (1908) tarafından ele alınmıştır); (Sachs, 1942); (Beres, 1957); (Beres ve Arlow, 1974).


İçebakış ve sezgiye ek olarak, analistin hastayı anlama şekliyle yakından ilişkili olan üçüncü bir süreç vardır. Bu empati sürecidir. Empati sezginin ortaya çıkmasına olanak sağlar hatta sezgiyi mümkün kılar. Empati hasta ile geçici veya deneme özdeşimini içerir. Bu durumu geri çekilme ve özdeşim deneyiminin nesnel bir değerlendirmesi izler. Yukarıda bahsedildiği gibi, bu durum analistin hastanın ürünlerini dinleme sürecinde sayısız kere ortaya çıkar. Analist rolü hasta ile özdeşiminde edilgen alıcı rolden kendi deneyimini ve dolayısıyla hastanın deneyimini etkin bir şekilde gözlemleyen ve yorumlayan rolü arasında devamlı olarak değişir. Hastanın ürünleri analistin zihnini mevcut gerçekler, geçmiş deneyimler ve aktarım şeklinde etkiler. Bu süreç mevcut gerçekler ve rüyalar arasındaki ilişki ile kıyaslanabilir. Psikanalitik durumda paylaşılan yakınlık, söylenen sırların ve çıkağa çıkarılan arzuların bilgisi analitik ortamdaki karşılıklı özdeşim kurmaya yönelik eğilimi kuvvetlendirir ve sonuç olarak analistin zihninde hastanın çatışmalarında ve gelişiminde belirgin olanlarla benzer ya da denk gelen bilinçdışı düşlemlerin uyanmasını sağlar. Böylelikle analist ve analizan ortak bir bilinçdışı düşlemi paylaşan bir ikili olurlar. Sachs (1942) bu durumun sanatsal yaratıma özgü olduğunu söyler.

İçebakış, sezgi ve empatiden kaynaklanan içgörü yorumlayıcı çalışmanın ilk kısmını oluşturur. Bu analistin tepkisinin öznel ve ya estetik aşamasıdır. Merak uyandırıcı ve heyecanlandırıcı olan, bu aşamanın yorumlama sürecinin ikinci safhasına yol açmasıdır. İkinci safha bilişe ve mantığa dayanır. Hastanın söylediğinin sezgisel kavrayışını onaylamak için analist şimdi de analitik durumun sağladığı veriye bakmalıdır. Kendi içgörüsünün eldeki veri ile uygunluğunu test etmelidir. Çoğu zaman, sezgisel çalışma o kadar etkilidir ki inanç hissi hemen, tatmin edici ve hastanın ürünlerinden destekleyici kanıt sağlar.


Genelde rastgele çağrışımları ve bağlantısız düşünceleri destekleyici hipotezlere dönüştüren belirli kriterler vardır. Bu kriterlerin kati bir listesi burada mümkün. En önemlisi belirli bir malzemenin ortaya çıktığı bağlamdır. Devamlılık genellikle dinamik ilişkililik sağlar. Malzemenin düzenlenişi, çağrışımların biçimi ve sırası. Diğer bir kriter çağrışımların düzenli biçimindeki belirli temaların tekrarı ve çakışmasında görülür. Benzerliklerin ve zıtlıkların tekrarı her zaman çarpıcı ve fikir vericidir. İlişkili bir sırada beliren bağlamın içindeki malzeme, aynı temanın birçok temsili, benzerlikteki tekrar, anlaşılır bir hipotezde verinin birleşmesi psikanalizin kendine özgü metodolojik yaklaşımı oluşturur. Uygulamada yorumlayıcı çalışmanın estetik ve bilişsel parçaları birlikte ilerlerler. Fakat analitik deneyimin çeşitli bağlantı noktalarıyla farklı şekilde alakalıdırlar. Bunlar sadece malzemenin akışı ile değil aynı zamanda hem analistin hem de hastanın kişiliğine özgü savunmaları ve iletişim tarzıyla da belirlenirler. Göstermeye çalıştığım şey hastanın malzemesine analistin içsel tepkilerinin karmaşıklığıdır. Çoğu iş analistin hastasını dinlerkenki öznel deneyiminin detaylarında yapılmaya devam eder.


Literatürde bu meseleyi detaylı bir şekilde inceleyen çok az makale vardır. Analistin deneyimi arttıkça, içsel tepkilerinin birçoğunda hastanın bilinçdışı iletişimlerinin anlamlarına dair ipuçlarını fark eder. Kendi düşüncelerinin içeriği hastanın meşguliyetlerinden her ne kadar uzak olursa olsun, bunları hastanın iletişimlerinin bilinçdışı anlamlarının ipucu ve sinyali olarak ele alır. Kendi içgörüsünü düzenlerken ve kavramsallaştırırken, analist halihazırdaki sezgisel anlayışa çoğunlukla bağlıdır. Uzun vade de başarılı bir yorum ve yeniden yapılandırma bilişsel olarak düzenlenmiş ve mantıklı verilerle desteklenir ve sağlanır. Diğer türlü, cezp edicilik, birisinin beğendiği hipotez veya analitik modele gözlemleri zorla uygun hale getirmektir. Ne yazık ki sanatta olduğu gibi bilimde de, kısayollar yoktur.

You may also like...