Farklılık ve “Öteki Olmak” : Hepimizi Kapandığımız Odalardan Çıkıp Çeşitliliklerimizle Daha Açık Bir Biçimde Oynamayı Öğrenmeye Yönelten Bir Yazı

Makalenin Yazarı: Amanda Kottler

Çeviren: Zeynep Atbaşoğlu

Kendilik psikologları son yıllarda karşıaktarım ve karşıaktarımın analistin işine olan etkisi hakkında, eskiye oranla pek çok şey söylediler. Literatürde ve konferanslarda yenilikçi, yaratıcı ve cesur makaleler görünmeye başladı. Yazarlar bu makalelerde kendi bazı yönlerini, kendiliknesnesi gereksinimlerini ortaya koydular. Amaçları kendi ruhsal dinamiklerinin terapide ortaya çıkanlar üzerindeki etkisini göstermekti. Aynı şey öznelliklerarası modeline göre çalışan; terapinin gerçekleştiği ilişkinin geniş bağlamdaki anlamına odaklanan terapistler için de geçerli oldu. Bu makalelerde kendi benzer gereksinimlerini saptayabilenlerimiz, terapinin, işimiz için son derece önemli olan pek çok kendiliknesnesi yaşantısını bize nasıl sağladığını görebileceklerdir.

Ancak bu literatürde belirgin bir eksiklik var. Bu öncü yazarların pek azı kendi “farklılık”larına, dolayısıyla “dezavantajlı” olarak adlandıracağım ve muhtemelen azınlık olan bir grubun üyesi oluşlarına odaklanmışlar; ki bu üyeliklere ön yargıyla yaklaşılır ve bu da terapist olarak işlevlerini etkiler. Güney Afrika gibi bir ülkede bu eksikliğe odaklanmak, hem de global olarak odaklanmak, hayatî öneme sahiptir.

Bu tür literatürün eksikliği aslında hiç şaşırtıcı değil. Bu düzeyde karşıaktarımdan söz edebilmek için yazarın kendi “farklılık” damgasını görece halletmiş, rahatlamış olmasının yanı sıra, bu farklılığı meslek yaşamında bir mücadele alanı olarak kabullenmiş olması gerekir. Bununla birlikte, bu yetersizlik, bu tür marjinal(leştirilmiş) bir durumla özdeşim yapabilecek olan bizleri, şiddetle ihtiyaç duyulan aynalanma ve benzerlik kendiliknesnesi yaşantılarından mahrum bırakmaktadır. Başka bir deyişle, bu tür kaynakların az oluşu, klinisyenleri, profesyonel arkadaşlarla karşılıklı değiş tokuştan yoksun bırakmaktadır (Abramowitz, 2001).

Bu makalenin yazılmasını bir ölçüde bu yokluk uyarmıştır. Marjinal grupların çok hızlı bir biçimde fark edildiği Güney Afrika’da (Lewinberg, kişisel iletişim) yaşamak ve çalışıyor olmak, kişiyi ırk konusunda çalışmaya yönlendirebilir ve yönlendirmelidir de. Ancak ben başka bir alana –kendi “farklılık” alanlarımdan birine- lezbiyen oluşuma odaklanmaya karar verdim. Söylediklerimin, sadece eşcinsel terapistlerin karşılaştığı güçlüklerle ilgili olmadığı gerçeğinin gözden kaçmayacağını umuyorum.*

Kendimi, deyim yerindeyse, kapattığım odadan çıkma seçimim, alenileşmeye karar verişim, bu tür bir kendini sergilemenin rahat bir durum olduğu anlamına gelmiyor. Belirtmek gerekir ki, bu makalede kullanılan materyal lezbiyen değil erkek bir eşcinselle yapılan çalışmaya ilişkindir ve materyalin bir kısmı, ancak Kuzey Amerika’daki Kendilik Psikolojisi toplantısında sunuluşundan iki yıl sonra evde meslektaşlara sunulabilmiştir. Şüphesiz, bu, eşcinselliğe yönelik safdilce bir anlama biçiminin görece yaygın olmasıyla ilişkilidir. Cape Town hızla uluslararası bir lezbiyen ve gey merkezi haline geldiği ve Güney Afrika anayasası eşcinsellere diğer tüm yurttaşlarla aynı hakları veren dünyadaki tek ülke olduğu halde, tutumlar büyük ölçüde değişmeden kalmıştır; “eşcinsellik-ön yargısı”** diğer yerlerde olduğu gibi Güney Afrika’da da sürmektedir. “Temel erişkin ilişkilerini onaylayan törenler, ailece kutlanan nişanlar, düğünler, yıl dönümleri; müşterek vergi iadeli yasal evlilikler; … paylaşılan emeklilik ve miras hakları ya hâlâ normal sayılmamaktadır ya da çok büyük sıkıntıyla elde edilmektedir” (Abramowitz, 2001, s.1). Bu, Güney Afrika için geçerliliğini sürdürmektedir. Çiftler için paylaşılan ortak tıbbî yardım programları ve indirimli üniversite ücretleri, birlikte gezinme ve görünme sürecini gerektirmektedir ve bu durum utandırıcı olma potansiyeli taşıdığı için eşler bunu doğal bir hak olarak seçememektedirler.

Ayrıca bu makalede, yukarıda altı çizilen eksiklik nedeniyle, hepimizin cinsiyet ve cinselliğini edinirkenki çoğul ve çelişik yollarımızın, ve en azından cinsiyet ve cinselliğe ilişkin bazı değişmelerin, nasıl ve neden ortaya çıktığı gösterilmeye çalışılacaktır. Böylece söylemlerin ve söylemsel pratiklerin post-modern kavramlarına yaklaşıyorum.

Bu anlamda kullanılan söylem, kişilerin çeşitli bağlamlarda nasıl davrandığını etkileyen tutum, anlam ve inanç örüntülerini /kümelerini yansıtır. Bu nedenle, söylemler değişik davranışları ya da “söylemsel pratikleri” mümkün kılarlar ama böylelikle bir öznellik alanı yaratırlar. Buna, bazı yaşantı ve bilgi alanlarında ön planda olarak ve diğerlerinde eksiklik veya suskunluklar yaratarak ulaşılır (Davies & Harre, 1990 in Kottler and Swartz, 1995, s.184). Daha yalınlaştırarak söylersek, söylemsel pratikler, Brandchaft’ın (2001) bağlanma davranışı örüntüleri veya öznelliklerarası kuramcıların “örgütleyici ilkeler”ine benzemektedir (Brandchaft, 1995, s. 94). Hangi terminoloji kullanılırsa kullanılsın, bir bireyin öznelliği, dünyanın gidişine ve işleyişine ilişkin davranış ve inançları, geçmişinin ürünüdür ve belirli söylemlerin her birinde nasıl bir duruş aldığına, ayrıca bu duruşları benimserken halihazırda etkili olan ve daha önce etkili olmuş ruhsal yatırımlara da bağlıdır (Hollway, 1984, s.238). Belirli bir özne konumuyla özdeşleşen kişi, “dünyayı kaçınılmaz olarak bu konumun bakış açısıyla görür” (Davies and Harre, 1990 in Kottler and Schwartz, 1995, s.184). Gey, müslüman ya da özürlü bir birey, dünyayı bir gey, müslüman ya da özürlünün bakış açısıyla görür ve düzcinsel (straight) ya da gey olmayan kişi de düzcinsel oluşunun ya da gey olmayışının belirlediği bir bakış açısına sahiptir. Bununla birlikte kişi, çoğul söylemler içinde ve kestirilemez ve sıklıkla çelişkili konumlarda bulunabilir. Örneğin, sunulacak olan klinik malzemede de görüleceği üzere, gey olmak, karşıcinsellik (heterosexuality), erillik ve dişillik söylemsel pratiklerinde farklı anlamlara gelebilir. Kendilik duygumuz, bir dizi ikili kategoriden birine sokularak oluşturulur. Bu kategoriler bizi bazı gruplara dahil ederken (örneğin eşcinseller), aynı zamanda “otomatik olarak” diğerlerinden de dışlarlar (örneğin bir gey için maskülen olmak). Cinsiyet, cinsellik, ırk ve din bu tür kategorilerdir ve hoşlansak da hoşlanmasak da, bizim cinsiyet, cinsellik, ırk, din ve özürlülüğümüzü çevreleyen karmaşık söylemsel pratikler, terapötik etkileşimlerimiz de dahil olmak üzere, tüm sosyal ilişkilerimizi biçimlendirir.

Belirtmek gerekir ki söylemlerde işgal ettiğimiz konumlar sadece herhangi bir mantıklı, bilinçli, tek bir yoldan, örneğin biyolojik cinsiyet tarafından belirlenmez ve bu da konuyu daha karmaşık hale getirir. Söylemlerle bağlantılı söylemsel pratikler, belirli bir zamanda hangi konumun hangi cinsiyet veya cinsellikle doldurulabileceği konusunda bir ölçüde belirleyicidirler. Bu nedenle seçimler sosyal olarak oluşturulurlar ve ifade buldukları yollar, nedeni ne olursa olsun, bireyin orada var olmaya olan duygusal taahhüdüne bağlıdır. Seçimde daima bazı bedeller veya korunmalar söz konusudur ve seçilen pozisyonun mutlaka bir nedeni vardır. Bu, seçilen pozisyon mantıklı görünmüyor olsa da; sonuçlarına bakıldığında verdiği doyum açıklanamaz olsa da doğrudur ve aşağıda sunulacak olan, eşcinsel olmaya ilişkin utancın etkilerine dikkat çeken materyalde de açıktır. Kişinin heteroseksüel olarak “pas geçme” (kendi cinselliğini yaşamayarak geçiştirme, vazgeçme) gayretinin ruhsal olarak ne kadar bozucu olabileceği; kişinin eşcinsel kendilik duyumunu, gerçeklik duyumunu, bütünlüğünü ve kendilik kaynaşmasını nasıl etkileyebileceği de vakada açıkça bellidir. Materyal aynı zamanda toplumun patolojisi olarak adlandıracağım duruma kişinin kendini uyumlandırabilmek gayretiyle “pas geçme” ihtiyacının, ruhsal olarak bozucu etkilerine de işaret etmektedir. Sözünü ettiğim şey karşıcinselliği norm olarak onaylayan baskın söylemdir***.

Klinik materyali sunmaya başlamadan önce, bu makalede kullanılan kuramsal bağlamı kısaca belirtmek gerekli görünüyor. Ben fikir veya kavramların siyah ya da beyaz, doğru ya da yanlış olduğu, çok katı bir çevreden geliyorum. Orada belirsizliğe, hatta birinin herhangi bir fikrini değiştirmesine bile yer yoktu. Üniversitenin dördüncü sınıfında (o zaman terapimin altıncı yılıydı) olgun bir öğrenciyken ve ardından çok-uluslu bir yağ şirketinde muhasebeciyken, toplumsal yapısalcılık, post-modernizm ve feminizmi keşfettim. Bu kuramlar dünyanın ve dünya üzerindekilerin işleyişine ilişkin tüm inandıklarımı kökünden sarstı. Diğer olasılıkların da bana açık olduğunu ve kendi hayatımı yaşayabilme yolunu fark ettim. Kuramlar benim yaşantılarımı ve bunun sonucunda kendi bireysel terapimin doğasını değiştirdi. Ve bunların tümü kendi hastalarımla olan gündelik uygulamalarımı biçimlendirdi. Sunduğum materyalde bunu tasvir edebilmeyi umuyorum.

Bu keşiflerim sırasında nesne ilişkilerine ve Klein’ın psikanalitik kuramına yakınlaşmaktaydım ve bu kuram bana yetersiz ve yanlış gelmeye başlamıştı. O sıralarda, önemli bir kendilik psikologu (Peter Thompson) Güney Afrika’daki akrabalarını ziyarete geldi ve birkaç halk konferansı verdi. Kendilik psikolojisini keşfetmek, benim ve hastalarımın dünyada olmak ve dünyayla ilişki kurmak konusundaki mücadelelerimizi anlamlı biçimde değiştirdi. Bu kuram, yukarıda sözünü ettiğim diğer kuramlarla birlikte, farklı bakış açıları ve görüşlerin mümkün olduğunu anlamamı sağladı. Ve en sonunda öznelliklerarası kuramını keşfetmem, bana içinde post-modernizm, feminist kuram ve psikanalitik kendilik psikolojisinin bağlantılandırılabileceği kapsayıcı bir bağlam sağladı. Bu kombinasyon bana “dünyada empatik yankılanmanın mümkün olduğunu” fark ettirdi. Dünya hakkında, “daha önce benim için görülmez olan şeyleri, daha önce yaşantımda var olmayan şeylerin var olduğunu görmeye” başladım (Gehrie, 2002, s.19). Bu Kohut’a göre (Gehrie’de, 2002, s.17) analitik düzelmenin bir parçasıdır ve analistin empatik anlayışının sonuçlarından biridir. İnanıyorum ki, şimdi vaka materyalini sunacağım Franco’ya yardım etmeyi de bu yolla başardım.

Bu gizliliği sağlanmış materyal, yukarıda sözü edilen birçok konuyu içermektedir. Bu yazıya başladığımda, Franco’ya benim yıllarca önce yaptığım yolculuk gibi bir yolculukta nasıl nazik, yumuşak bir şekilde rehberlik ettiğimin, giderek artan bir şekilde, farkına varmaya başladım. Benim bu yolculuğu kendi başıma yaptığıma inanmam şu anlama geliyordu: Franco’nun yolculuğu, benim lezbiyen olmayan bir terapistle yaptığımdan çok daha sakin, pürüzsüz ve anlamlı ölçüde kısa idi. Bunun nedeni bir yandan kendi deneyimimdi, diğer yandan da seçtiğim yoldu. Yolumu öznelliklerarası, post-modern düşünceler, feminizm ve kendilik kuramı ile bütünleştirdim, ve çoğul kendilikler ile bu değişik kendilikleri edindiğimiz çoğul yollar konusuna odaklanan çağdaş literatürden yararlandım.

Franco’yu bana annesi gönderdi. Franco terapinin ona ne sağlayacağından hiç emin değildi. O zamanlar annesi, üvey babası ve ondan daha küçük olan yarı öz kız kardeşi ile oturuyordu. Terapiye başlarken ve öncesinde, uzun zamandır, ileri derecede depresyondaydı. Günlerinin çoğunu yatağında, uyuyarak geçiriyordu. Geceleri televizyon seyrediyordu. Onu gördüğümden birkaç ay önce o yöredeki bir fakülteye otelcilik (hospitality industry) okumak için başvurmuştu. Bir umudu da orada başka geylerle tanışabilmekti. Okula kabul edilmesi hazırlaması gereken karmaşık bir projeye bağlıydı, ama Franco’nun buna hiç takati yoktu ve yapmaktan korkuyordu. Anlattığına göre, Franco zaman zaman kız kardeşiyle dışarı çıkıyor, Raves’e gidiyordu. Trans müziği seviyordu ve terapide daha sonraları çevredeki bir trans barda DJ olmayı hayal ettiğini söyledi. Bunu bana anlattığında, üstüne beklenmedik bir konuşkanlık ve canlılık gelmişti. Bu hali, çok az konuştuğu birçok suskun ve dolambaçlı seansımızdakiyle tamamen zıttı. Önceleri çok sıkı ve yakın çalışmak zorundaydım, çünkü katlanılmaz düzeyde utangaç ve tedirgindi. Çok zor göz teması kuruyordu. Yüzü kalıp gibi aşağıya doğru, gözlerini yere dikmiş olarak konuşuyordu. Zaman zaman gözlerini kaldırıyor, kısa kesilmiş kakülleri arasından gizlice bana bakıyordu. Aralarına “yani”, “gibi”, “işte” sözcükleri serpiştirilmiş, kısa, kesik, neredeyse bağlantısız cümlelerle konuşuyordu. Hâlâ bu şekilde iletişim kurmaktayken,   bir yıl kadar önce bir garson arkadaşıyla, onun deyişiyle “dehşet verici” bir cinsel deneyimi olduğunu keşfettim. Bu, ikisinin çalıştığı restoranda Franco’nun gönülsüz bir şekilde onunla çıkması ile sonuçlanmıştı. Bu olay Franco’yu feci şekilde utandırdı, çünkü o zaman gey olduğundan hiçbir şekilde emin değildi. Bu olaydan sonra kendini ihanete uğramış hissederek restoranı hemen terk etti, orada çalışmayı bıraktı ve o zamandan beri sosyalleşmesi çok zorlaştı. Franco, bu yaşantısına rağmen ve terapinin, bana göre açıklanamayacak kadar erken bir döneminde, net bir biçimde gey olduğuna ve gey olmak istediğine inandı.

Terapinin başında Franco gey olduğunu düşündüğünü sadece annesine söylemişti. Annesinin üvey babasına bunu söylediğini ve üvey babasının bu konuda sessiz kaldığını düşünüyordu. Ama ne zaman televizyona güzel bir kadın çıksa üvey baba şöyle şeyler söylerdi: “Hey Franco, buna ne dersin? Beğeniyor musun?” Bu Franco’yu çok hiddetlendirirdi. Kendi kendine ihanet olduğuna inansa da, “evet” demek zorundaydı, çünkü sadece evet diyerek bu konuşmayı etkin bir şekilde sonlandırabilirdi. Annesi, Franco’nun gey oluşuna ilişkin ifşaatından oldukça rahatsız olmuş olmasına rağmen, onun mutluluğunu çok önemsiyordu ve gey olduğunu kabullenmeye hazırdı. İlk seanslarımızdaki dolambaçlı ve tutuk konuşmalarımız, Franco’nun üvey baba ve kız kardeşinin onun gey olduğu gerçeğini kabul etmelerini istemesinden kaynaklanan ıstırap çevresinde dolanıyordu. Bunu izlemesi muhtemel damgalanmadan çok korkuyordu. Franco bu anlamda tam “hangi koşulların onun için en iyisi olduğunu araştırmaya başlayacakken, yani erken erişkinlik kendilik gelişiminin zor bir evresindeyken”, “kültürel kendilik nesnesi desteğinin travmatik kaybıyla” mücadele etmeye başladı (Abramowitz, 2001, s.4).

Franco bana kendini ilk hatırladığı zamanlardan beri diğer oğlanlardan nasıl farklı hissettiğini anlattı; bu da kendisinin “normal olan heteroseksüelliktir” söyleminin içinde mi dışında mı konumlandıracağı mücadelesinin ve kendi cinselliği ile ilgili yaşam boyu sürecek bir mücadeleyle ilgili şeyleri kabullenmesinin farklı bir kuramsal düzeydeki örneğiydi. Küçük bir oğlan çocuğuyken, eğitiminin büyük kısmında bir erkek okuluna gitmişti ve nesnel bir bakış açısıyla bakıldığında akranlarıyla uyumlu görünüyordu. Sporda iyiydi, gelişkin vücutlu ve geleneksel erkek görünümünde genç bir adamdı ve böylece heteroseksüel olarak “pas geçebiliyordu” ; bu, Abramowitz’in (2001, s.11) “model minority” (model azınlık) dediği şeydi. Ama öznel bir perspektiften bakıldığında, “oğlanlardan biri” olarak kabullenilmeyi sağlamak, ona ruhsal olarak pahalıya geliyordu. Onun betimlemesine göre, en kötüsü, kendini kendinden tamamen yabancılaşmış, ve en azından sahtekâr ve samimiyetsiz hissetmesiydi. Bu duyguların arasında kendisini tümüyle sosyal bir hata olarak hissediyordu.

Okuldaki yaşantısından daha da kötüsü ileride karşılaşacak olduklarıydı. Franco’nun gey olduğuna karar verişi “her geçiş döneminde ortaya çıktığı gibi, kendiliknesnesi gereksinimlerini artırmıştı” (Abramowitz, 2001, s.3) ve kültürel normlarla çelişkiye düşürmüştü. Franco’nun gey olduğuna karar verdiği gelişimsel dönemde, “normal olan, akranlarla ikizlik ve aile tarafından aynalanma biçimindeki canlandırıcı kendiliknesnesi yaşantılarının, üniversitede karşı cinsten biriyle kol kola gezmek veya eve hayran olunacak ve kabullenilecek nitelikteki kişiyi getirmekten sağlanıyor olmasıdır” (Abramowitz, 2001, s.4). Franco çevresinde onu eşcinsel olarak kabullenecek ve ona hayran olacak kimseyi bulamıyordu. Çok fazla ihtiyacı olan kendiliknesnesi desteğini sağlayabilecek kültürel kurumların farkında değildi. Ve daha da kötüsü, gey olduğuna karar verince, kendini nasıl sosyal olarak gey olacağı ikilemi ile yüz yüze buldu.

Kuramsal olarak söyleyecek olursak, çelişkili söylemler arasında dalgalanma sürecine girmek zorundaydı. İlk başlardaki kendini konumlandırışında çoğu seansı, geylerin nasıl göründüğü, neye benzedikleri, nasıl davrandıkları, geyler için hangi söylemsel pratiklerin olduğu hakkındaki yineleyici, stereotipik ve baskın fikirleriyle, beni “eğiterek” geçirdi. Franco, evde, okulda, okuduğu kitaplarda, televizyonda ve seyrettiği filmlerde karşılaştığı bilgilerden, ya “kadın kılığında (camp) ve kadınsı (efemine)” ya da “külhan (butch) ve saldırgan” olması gerektiğine inandı. İkincisinin olanaksız olduğuna karar verdi, çünkü her ne kadar erkek görünüşlü bir adam olsa da, saldırgan olmak için fazla utangaçtı. Bu nedenle, gönülsüzce, kadın kılığına girmesi gerektiğine karar verdi. Yatak odasında aynanında karşısında kendine bakarak ve başkalarına gey olduğunu belli edecek yumuşak bilek hareketleri geliştirmeye çalışarak, saatlerce uğraştı. Bir gey dili olduğunu, bazı sözcükleri deneyebileceğini, bu sözcükleri gerekli pelteklikle   söyleyebileceğini keşfetti.

Neden bu davranışları edinmek zorunda hissettiğini sorduğumda, böyle yapmazsa hiçbir zaman gey olduğunun anlaşılamayacağından, bu nedenle, fena halde istediği halde, hiçbir zaman bir eş bulamayacağından korktuğunu anlattı. Geçen yıl gey kulüplerinde yaşadıkları, dayanılmaz derecede utangaç biri olduğundan ve bir garson arkadaşının yaptıkları yüzünden, çok ıstırap verici olmuştu (bu değişik hareketleri o kulüplerde gözlemlemişti). Buna rağmen, kendini toplum içinde “gey görünüşlü” olarak sergilemesi gerektiğini hissediyordu. Böylece alışveriş merkezlerinde veya sinemalarda ona yaklaşılacak ve “ilk hareket” yapılacaktı. Bu yönü, yukarıda sözü edilen yaşamsal öneme sahip akran ikizliği kendiliknesnesi yaşantısı gereksinimini gösteriyordu. Ama bu iki yanı keskin bir kılıçtı, çünkü bu biçimde giyinir ve davranırsa eski okul arkadaşları ve ailesinin diğer üyeleri tarafından homoseksüelliği “keşfedilebilirdi”. Bunun onu utanca boğacağını biliyordu ve keşfedildikten sonra ortaya çıkacağını düşündüğü alay edilme ve damgalanmadan şiddetle korkuyordu.

Franco’nun ikilemi ile tamamen özdeşleşebilirdim ama onun kendine yaptıklarını ben taşıyamazdım. Bu mücadeleyi kişisel olarak çok iyi biliyordum. Yirmi altı yıl önce, benzer bir depresif durumdayken, eski erkek arkadaşım beni lezbiyen bir grupla tanıştırdı. Onlarla buluştuğumda çoğu kot, bot ve yazılı tişörtler giymişlerdi. Hiçbirinde makyaj yoktu. Tanışır tanışmaz birkaç hafta sonra başlayacak olan “lezbiyen rap grubuna” katılmamı istediler. O akşam beni bir gey ve lezbiyen gece kulübüne davet ettiler. Bu tür bir kulüpte ilk (ve maalesef son değil) gecemdi. Bu geceyle ortaya çıkan model sahne çağrışımının hissettirdikleri dehşet ve kafa karışıklığı idi. Bunları hayatta ilk kez karşılaştığım taksi şöförü olan Jamie ile tanıştığımda hissettim. Kotu, botları ve yazılı tişörtüyle ileri derecede külhan görünüşlüydü. Makyajsızdı ve bizi sevgilisiyle ilişkisi hakkındaki tüm hikayelerini anlatarak eğlendirdi. Sevgilisi çok makyajlıydı, pembe mini etek, pembe fırfırlı bir üst ve yüksek topuklu pembe ayakkabılar giymişti. Jamie eve ne zaman dönerse dönsün yemeğinin hazır olmasını istiyordu, benzer beklentileri terliklerinin hazırlanması ve banyosunun yaptırılması konularında da vardı. O gece kulüpten çıkarken hissettiğim umutsuzluğu çok iyi hatırlıyorum. Lezbiyen olduğuma artan inancım gerçekçi olarak ne anlama geliyordu? Bir külhan mı, kadın mı olacaktım? Hangisini seçecektim? O sıralar çok uluslu bir yağ şirketinin muhasebecisiydim. Bu pozisyonda benden beklendiği gibi gösterişli giyiniyordum. Makyaj yapıyor, bluzlar giyiyor, mücevher takıyordum. Rap grubuna katılacağım akşamlar eve aceleyle gidiyor ve makyajın tüm izlerini yok ediyor, kıyafetimi çıkartıp kot pantolon, botlar ve yazılı tişörtler giyiyordum. Bir akşam lezbiyen olmayan arkadaşlarımla tiyatroya gittim. Şık giyinmiştim, makyaj yapmıştım ve lezbiyen rap grubunun bazı üyeleriyle karşılaştım. Mahvolmuştum, kafam karmakarışıktı ve yer yarılsa da içine girsem istiyordum. Bu konuyla uğraşmak çok uzun zamanımı aldı. Tabii son 26 yılda zamanın ve söylemsel pratiklerin çok değişmesinden yararlandım ve bu süreç, çevremde çok sayıda ve uygun kendiliknesnesi desteği bulmamla sonuçlandı.

Kohut (1959) gerçekten empatik olabilmek için   terapistin kendisinde veya yaşantılarında hastanın betimlediğini duygusal olarak yankılayabilecek şeyler bulması gerektiğini ileri sürdü. İnanıyorum ki yukarıda anlatılan deneyimlerim, Franco’nun kendisini gerçekte ona çok kolay gelmeyen bir kalıba sokmak ve bunu yapmakla karşılaşacağı tehlikeler konusunda neler hissettiğini anlamama imkan verdi. Franco’nun çok gönüllü olmasa da, kadın kılığında ve efemine bir “persona” gerçekleştirme kararının, onu geri dönüşü olmayan bir yola, bir sefalete   götüreceğini hissettim. Franco’nun dünyada empatik yankılanma bulabilmek için kendisini efemine, kadın kılığında ve tek tip biri olarak yeniden yaratmak zorunda olmadığını fark etmesine yardım etmem gerektiğini hissettim (bkz. Gehrie, 2002). Bunun herkes için ne kadar sınırlayıcı, potansiyel olarak yabancılaştırıcı olduğunu ve acı verici, ruhsal olarak yaralayıcı olma ihtimalini hem kuramsal hem de kişisel olarak biliyordum. Bu sadece daha fazla yabancılaşmış bir kendiliğe ve benim görebilmeye başladığım çok hoş bir biçimde kendine özgü ve potansiyel olarak çoğul çehreli kendiliğinin daha fazla kaybına yol açabilirdi.

Öznelliklerarası, post-modern ve feminist kuramlar terapinin bu noktasında akla gelen şu soruyu formüle etmekte bana yardım etti: “Kimin patolojisi ile uğraşıyoruz?” Bu kuramların bakış açısıyla baktığımda Franco’nun ön plandaki mücadelesinin yaşadığı bağlamdaki inanç sistemleri ve baskın söylemlere karşı olduğu konusunda aydınlandım. Tüm yaşamı boyunca maruz kaldığı baskın söylemlerin etkisiyle boğuşuyordu. Bu söylemlerin tümü normal olanın heteroseksüalite olduğu ve bunun dışındaki herşeyin “farklı” ve “öteki” olduğu   mesajıyla kaplıydı. Farklı ve öteki olmak sapkın, utanılacak ve herkesin komik bulduğu bir şey olmak anlamına geliyordu; komikti, çünkü geyler The Bird Cage (Kuş Kafesi) filminde olduğu gibi betimlenmekteydi ve bu film Franco için sürekli bir referans noktasıydı.

Kendimi engellenmiş ve bu fikirlere karşı tahammülsüz hissediyordum. Bu beni, onun sıkıntı ve depresyonundaki temel kaynağın kendi utangaçlığı ve güvensizliği değil, odaklandığı inanç sistemi veya “patoloji” olduğu     kavramsallaştırmasına yönlendirdi. Bu patoloji, “normal olan heteroseksüalitedir söylemi”nde ve eşcinsellerin söylemsel pratiklerindeki uzun süreli ve şimdiye dek sorgulamadığı konumu tarafından ona empoze edilmiş inançları kapsıyordu. Bunu fark edince, karar verdim ki en azından başlarda, bu terapi için sınırlı ama net olarak odaklanacağımız amaçlara ihtiyacım vardı. Bunlardan biri altarnatif söylemleri ve söylemsel pratikleri ya da farklı bir deyişle, alternatif kültürel “norm”ları tanıtmaktı. Franco’nun keşfedeceklerinin, mevcut bağlamda bu güne dek bulamadığı empatik yankılanmayı bulmasına yardım edeceğini umuyordum.

Ne zaman Franco’nun ileri sürdüklerine meydan okuyasım gelse ve bir yandan da terapötik amaçlarımı sürdürmeye çalışsam, kendimi dilimi ısırırken buluyordum. Ama kuramsal ve kişisel olarak biliyordum ki onu “açmak” için başka seçenekler de vardı ve onun empatik yankılanmanın var olabileceğini fark etmesini sağlayacak alternatif tercihleri keşfetmesini kolaylaştırmaya kararlıydım (Gehrie, 2002). Onu bu alternatiflerle işbirliği yapması konusunda cesaretlendirmek istiyordum; böylece bu söylemler içinde kendisi için en uygun konumu bulabilirdi (Sucharov, kişisel iletişim). Franco’nun, en azından bu aşamada, benim eşcinsel olduğum konusunda hiçbir fikri yoktu ve görünüşte, başka gey kadın ve erkekleri görmüş, biliyor olabileceğim aklına gelmemişti. Sanırım orta yaşlı, hatta çok yaşlı, eşcinsel olmayan, profesyonel bir kadın görüyordu. Benim gey olduğumu ve kişisel bakış açısından eşcinsellik-ön yargısı hakkındaki her şeyi bildiğimi keşfetmesinin, Franco için hiç uygun olmadığına karar verdim. Benim inandığım her şey hakkında kafası karmakarışıktı ve kendini ifade edemez haldeydi. Onun kendi sesini ve kendi yolunu, cinselliğinin sunduğu bütün sorunlar labirentinin içinden geçerek bulmak zorunda olduğuna inanıyordum. Bununla birlikte, bu süreçte çektiği acıyı bildiğim için, yirmi altı yıl önce benim de olduğu gibi, yardıma ihtiyacı olduğunu hissediyordum. Bu yardımın diğer kafası karışık geylerden gelmeyeceğini de biliyordum; ilk erkek arkadaşında da olduğu gibi. Bu eski yaşantısı onu güvensiz ve korku içinde bırakmıştı ve kendisini tümüyle tecrit edilmiş, korkutucu biçimde yalnız ve kafası karışık hissediyordu.

Toplumsal kendiliknesnesi desteğinden kopmuş olmak Franco’yu aynı zamanda yüceltilmiş kendiliknesnesi desteğinden de yoksun bırakmıştı (bkz. Abramowitz, s.5). Bu yokluğu ani olarak hissetmişti. Depresyonunun derinleşmesinden ve intihar ihtimalinden veya depresyonunu tetikleyebilecek başka acı verici ve istismar edici ilişkilere yatkın hale gelmesinden endişe ediyordum. Şöyle kişilerle tanışmasının önemli olduğunu hissediyordum: “kültürel bağnazlığın engebeli arazisinde sağlam ve üretken kendilikleriyle yol almış veya erişkinliğin gelişim yolunda ilerlerken bu ilişkisel yaralanmalarını onarmış ve yenilemiş, ve bu sayede tüm potansiyellerini geliştirmiş …” (Abramowitz, 2001,   s.2001).

Bu olay kendilik psikolojisi bakış açısına göre, onun için aynalanma yaşantısı olarak rol oynayacaktı ve inşallah ona gelişimsel olarak anlamlı ikizlik/benzerlik kendiliknesnesi yaşantısı sağlayacaktı. Bunun olması için, ilgileri onunkine benzeyen başkalarıyla çalışmaya gayret etmesi ve     yabancılaşmış hissedeceği değil, özdeşim yapabileceği bir akran grubu bulabilme isteği konusunda desteklenmesi gerekiyordu.

Ayrıca Franco’nun kendi tüm potansiyelini geliştirebilmesini umut ediyordum. Kendiliklerin sınırlarını, çeşitliliğini, kapsamını keşfetme fırsatı olsun istiyordum; bu kendilikler onun repertuarında olabilsin ve onların çeşitliliğinden ve çelişkilerinden sıkıntı duymasın. Örneğin yemek pişirmekten, egzotik yemekler sunmaktan, takı takmaktan hoşlanan kadınca kendiliğiyle daha çok olsun ve onunla oynasın. Zaman geçtikçe bu kendiliğini artan biçimde denediğinin farkına vardım. Bununla birlikte rugby ve futbol seyretmeyi seviyordu, evde boya ve tamirat yapmak gibi bambaşka, geleneksel olarak erkek işi olan işlerde oldukça iyiydi. Bu işleri üvey babasıyla mutlu ve arkadaşça bir biçimde sık sık yapıyordu. Tüm bunlarla rahat etmeyi becerebilmesini ve duygudurumu değişirken kendisinin farklı yönlerinin içine girip çıkabilmesini umuyordum.

İlk müdahelelerimden biri okuma tedavisi oldu. Bu tedavi, geçmişe bakarak, aile dinamiklerinin , Franco’nun yeni ortaya çıkan kimliği için bütünleşmiş kendiliknesnesi destek sistemine dönüşmesini kolaylaştırdı. (Sucharov, kişisel iletişim). Franco’ya, onunkine benzer bir dönemimde Cape Town’daki bir kitapçıdan aldığım bir kitabın gözden geçirilmiş ve güncelleştirilmiş baskısını verdim. O zaman tezgâhtara bunun “bir arkadaşım için” olduğunu söylemiştim. Muhtemelen sapkınca bir tutumla, içi görünen bir poşete koydu. Dükkandan eve gideceğim trene kadar umutsuzca kitabın kapağını saklamaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Kitabın başlığı “Bir Geyi Sevmek”ti. Franco kitabı eve götürdü ve sayfalarına bir göz attı. Kitabı ilginç bulmuştu. Belli türden bir Güney Afrikalı olarak, özellikle yazarın eşcinsellik-ön yargısını ırkçılıkla eşit saymasını sevmişti. Ancak iyi bir okuyucu değildi ve kitabı okuması için annesine verdi. Annesi kitabı bir solukta okudu ve içindekilerinin çoğunu hararetle Franco’ya anlattı. Franco annesiyle yaptığı bu konuşmayı sevdi. Daha sonra annesinin kitabın bazı yönlerini üvey babası ve kız kardeşi ile paylaşmış olduğuna inandı, çünkü onların Franco’nun gey olduğunu bildikleri ve kabullendikleri, terapideki birkaç hafta içinde gittikçe belirgin hale geliyordu. Şaşırtıcı bir biçimde, dehşete düşmüş gibi görünmüyorlardı. Üvey babası televizyondaki güzel kadınlar hakkında yorum yapmayı bıraktı, kız kardeşi hem kız hem erkek, diğer geylerle tanışmasının kaynağı haline geldi. Bunlardan biri olan Dave terapinin sonuna doğru Franco için çok önemli hale gelmeye başladı. Ve böylece Franco ona yakın olan diğerlerini keşfetmeye başladı: “Ona sevinçle karşılık veren, ülküleştirilmiş sükûnet ve güçlülük kaynağı olarak var olan, özünde ona benzeyen ve her düzeyde onun iç dünyasını kavrayan” diğerleri (Kohut, Abramowitz’te, 2001, s.3).

Ailesinin dışında, aynı derdi çeken veya bunu çözümleyebilmiş başkalarıyla da bağlantı kurmasına yardımcı olmak amacıyla (Blechner, 1996, s.232), Franco’ya The Triangle Project diye bir projeye rastladığımı anlattım. Bu kütüphanesi de olan bir gey organizasyonuydu; gönüllü HIV-AIDS çalışanları, danışma programları vardı, ama maalesef, en azından şimdilik, “coming out” (kimliğini beyan etme, alenîleşme) gibi gey konularını kolaylaştıran grup programları yoktu. Bunu, Franco onun katılabileceği bir grup olup olmadığını öğrenmek için telefon ettiğinde öğrendim. Başka hiçbir olası etkinliği araştırmadı, örneğin gönüllü işler, kütüphanede kitap okumak, organizasyona bağışlanmış gey kitaplarının kataloglanması, vs.

Yaşamının birçok yönüne ilişkin yaklaşımındaki ilgisizlik sürdü ama seansta ne zaman otelcilik (hospitality industry) ya da koleje başvurusu için hazırlaması gereken projeden söz etsek odada bir enerji artışı oluyordu. Bu konuşmalar sürecinde Franco projeyi tamamladı ve okulu kazandı. Bu onun için inanılmaz düzeyde onaylayıcı bir yaşantıydı.

Franco derslerin başlamasını beklerken garsonluk işi aramaya başladı. Bana “eşcinsellik önyargısı olmayan (gay-friendly)” restoranlar olduğunu anlattı ve benim bilmediğimi sandığı için bunun ne anlama geldiğini açıkladı. Onu çok dikkatle dinledim, dinlerken kendimi o kadar kaptırmıştım ki benim gey olduğumun belli olmadığına gerçekten inanıyor gibiydi. Çalışmak istediği sadece tek bir tür restoran olduğunu söyledi ve kişisel bakış açısıyla onun kendisine benzer kişilerle olmak isteğini tümüyle anlayabilirdim.

Bununla birlikte, hiçbir yere alınmıyor gibi görünüyordu. Sadece küçük restoranları deniyordu ve acı veren utangaçlığı devam etti. Benim için onun işe alınabileceği herhangi bir tür iş görüşmesini nasıl yürüttüğünü hayal etmek güçtü. Bununla birlikte, terapi dışında nasıl olduğu konusunda hiçbir fikrim olmadığından ve otelcilik endüstrisi ve DJ olma konusunda konuşurken ne kadar canlanabildiğini bildiğim için, diğer ortamlarda seans sırasındaki gibi olup olmadığında emin olamıyordum. Yaşamında ve davranışlarında mutlaka benim göremediğim farklı dilimler vardı.

Bu nedenlerle onun seçtiği yolda cesaretini kırabilecek ve para kazanmak için başka yollar aramasına neden olabilecek sorular sormadım. Onun yerine fikrinin peşine düşmesine yardım ettim.

Sıradan görünüşlü, görece erkeksi, ne özellikle kadın kılığında ne de külhan (en azından iş yaşamında), ve büyük bir restoran sahibi gey bir adam tanıyordum. Hatta bu restoranın Cape Town’un “pembe haritasında” olduğunu biliyordum. Franco’ya bir yerde haritayı gördüğümü, restoran sahibinin gey olduğunu duyduğumu söyledim, ve sahibiyle hiç temasa geçmeden, Franco’ya orada iş bulmayı denemesini önerdim. O restorana daha önce gittiğimi ve beğendiğimi de söyledim.

Franco restorana başvurdu ve kısa bir eğitim döneminden sonra işe alındı. Görüşmelerden birinde restoranın sahibiyle tanıştı ve onu bir “kız” arkadaşıyla sık sık gittiği plajda görmeye başladı.

Gey olduğunu (anlattığım için) bildiği, bu kadar başarılı ve oldukça sıradan görünümlü bir adamla selamlaşabilmek onu iyi hissettirdi. Daha önce gey bir adamla tanışmamış olan Franco için bu oldukça şaşırtıcıydı: Davranışı ve görünümü ne kadın kılığında ve efemine, ne de külhan ve saldırgandı, başarılıydı ve out’tu (kendi cinsel kimliğini beyan etmeyi yani alenîleşmeyi gerçekleştirmişti). Abramowitz’in terimleriyle (2002, s.1), “kültürel bağnazlığın engebeli arazisinde sağlam ve üretken kendiliğiyle yol almış” bir adamdı.

Bu sıralar Franco konuşurken yüzüme bakmağa başladı. Derslerin başlamasını ve yeni sınıf arkadaşlarıyla tanışmayı dört gözle bekliyordu. Onların çoğunun da gey olacağından emindi. İki “yaşlı” lezbiyen aracılığıyla (daha sonra benden yirmi yaş küçük oldukları ortaya çıktı) Dave’le tanıştı. Dave Franco’ya benim sağlayamayacağım bir tür kendiliknesnesi yaşantısı sağladı. Dave gey, otuz küsur yaşında, boşanmış biriydi ve bir kızı vardı. Başarılı bir meslek sahibi, ve özel ve mesleki yaşamında tam olarak “out”tu. Geleneksel erkek görünümünde ve görünüşte bir başka sağlam ve üretken kendilik. Eğlenmek için araba tamir ediyor ve gece kulüplerinde ayak uçlarında üstsüz olarak dans ediyordu. Franco onu sevdi. Franco’nun ailesi de onu sevdi. Franco onunla derin konuları paylaşmaya başladı ve ikisi her gece lokantalara, gece kulüplerine, sinemaya gitmeye başladılar. Franco kendini harika hissetti. Dave’in evinde lezbiyen çiftle tanıştı. Ailesi de oradaydı. Franco, Kohut tarafından ileri sürüldüğü üzere (Abramowitz’te, 2001, s.3) gelişimsel olarak çok aslî önemi olan akran ikizliği ve aile tarafından aynalanma yaşantılarına sahip olmaya başladı.

Franco dışarıda ondan hoşlanan başkaları olduğunu ve her şeye rağmen empatik yankılanmanın bu dünyada var olduğunu keşfetti. Bu Kohut’a göre (Gehrie’de, 2002, s.6) erişkinlik yaşamındaki güvenlik duygusunun temel ögesidir.

Ayrıca Kohut’a göre (Abramowitz’de, 2001, s.2) “bir erişkin, olgun bir biçimde seçilmiş kendiliknesnesinin kendiliği sürdürücü etkilerini yaşantıladığında, bu yaşamın daha önceki tüm evrelerinin kendilik nesnesi yaşantıları bilinçdışı olarak yansıtılır”. İnanıyorum ki Franco’yla olanlar da buydu. Ve bu anlamda terapi belki geleneksel değildi ama dönüştürücüydü ve bazılarının öne sürmeye kalkışacağı gibi, kesinlikle yönlendirici ve eğitici değildi.

Şu ana kadar terapide olanlar nedeniyle, Franco git gide kendini dünya üzerinde daha güvenli hissediyordu. Bu, sadece altı ay sonra terminasyonun gündeme gelmesine yol açtı. Terapide Franco’yla daha yapılabilecek birçok şeyin olduğunun farkındaydım , ki bu her zaman her terapi için geçerlidir, yine de yukarıda bahsedilmiş nedenlerden ötürü şimdi terapiyi sonlandırmak uygun görünüyordu. Özetle, bu terapi iyi nesne olmaya yönelik, Franco’nun gerilim ve çatışmalarını azaltmaya yönlendirildiği bir terapi değildi. Gelişimsel olarak uygun ve dönüştürücü bir terapi süreci olduğunu söyleyebilirim.

Franco’nun empatik yankılanmayı ve diğer kültürel kurumları keşfi ve buralardan alacağı kollektif kendiliknesnesi desteği, bu kritik gelişim döneminde can alıcı öneme sahipti. Bu Franco’ya, tam kollektif kendiliknesnesi desteğinden koptuğu, ciddi biçimde depresyonda olduğu ve intihar riski varken, canlandırıcı bir onaylanma ve beğenilme yaşantısı sağladı (Abramowitz, 2001, s.5). Son olarak, Kohut’a göre (Gehrie’de, 2002, s.17): “psikanalitik iyileşmenin özü, hastanın yeni edindiği, hem aynalayıcı hem de ülküleştirilebilir uygun kendiliknesnelerini arayıp bulma ve onlarla özdeşim yapabilme becerisine dayanır: Bu kendilik nesneleri hastanın gerçekçi ortamındadır ve bu çevre tarafından desteklenerek sürdürülürler.”

Franco’nun bunu yapmayı öğrendiğine inanıyorum. Çevresinde kültürel ve ilişkisel kendiliknesnesi desteği buldu ve bunun sonucu olarak kendisiyle kendiliknesneleri arasındaki ilişki anlamlı ölçüde değişti. Franco’nun kendiliği daha bütünleşmiş hale geldi ve bu artmış bütünleşme kendi ayakta kalmasını sağlamak için kendiliknesnelerini kullanabilme becerisini artırdı.Bu kendi içinde uygun kendiliknesneleri seçme özgürlüğünü kolaylaştırmaya yardım etti. Alenîleşmek ve farklılığıyla “oynamak” için uygun ve rahat bir yol buldu. Farklılığı, daha önce sandığı gibi “kendisine neşeyle karşılık veren… kendisi için var olan… ülküleştirmiş olduğu gücün ve dinginliğin kaynağı olan… sessizce var olup esasında kendisini seven… ve her halükarda iç yaşantısını kavrayabilen” insani çevresinin belli temsillerini kaybetmesine değil, bulmasına yaramıştı. (Kohut in Abramowitz, 2001, p. 3). Bu noktada, gelecekte ihtiyaç hissedecek olursa terapiye dönebilecek olduğu konusunda fikir birliğine vardık.

Bu vaka materyalini makale için düzenlemeye başladıktan hemen sonra, bilinçli olarak, Franco’nun alenileşme sürecinin benim 26 yıl önceki alenileşmeme ve terapide bunun ortaya çıkışının yaptığı etkilere çok benzediğini farkettim.

Bu durum, terapistlerin, başvuru nedeni olan sorunları ya da yaşantılarının organizasyonu kendilerinde duygusal bir yankı bulmayan kişilerle, ya da hastanın getirdiği bağlamsal sorunların karmaşıklığını anlamalarına yarayacak kuramsal araçlar olmaksızın çalışmalarıyla ilgili sorular ortaya çıkarmaktadır.

Bu makale bir gey terapist olarak bana odaklanıyor. Ancak ben sosyal/kültürel çevrenin önemini, terapötik ikilinin ötesinde hayatî bir bağlam olarak ön plana aldım. Sosyal/kültürel çevre sadece terapi sürecini biçimlendirmekle kalmaz, hem danışanlarımızdaki hem de kendimizdeki genel farklılık ve ötekilik sorununu dile getirir. Hepimiz olmasa da çoğumuz değişik söylemler aralığında yaşıyoruz. Bunların hepsiyle tam olarak içimiz rahat değilse de (Sucharov, kişisel iletişim), bu muhtemelen Kohut’un yapmamız gerektiğini söylediğine imkan veriyor; başkasının yerine yapılan iç gözlem ve bu yolla gerçekten “empatik” olma, ve terapide uygun olanı yapma. Ancak bunu yapmak için   bizim belirli farklılıklarımızı veya marjinal durumumuzun etkilerini yankılayacak kendiliknesnesi desteğine ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Bu makalenin yazılmasını uyaran da budur; saptadığım  göze çarpan boşluğu doldurmak istedim. Terapistler olarak biz Franco’nun bu bağlamda ve yaşamının gelişimsel döneminde ihtiyaç duyduğu şeylerin çoğuna kendi kültürel mesleki kurumlarımızda ihtiyaç duyarız. Bizler bizim bağlamlarımızda, onaylayıcı kendiliknesnesi yaşantılarına ihtiyaç duyarız. Bu yaşantılar profesyonel arkadaşlarımızla karşılıklı yaşam için gerekli etkileşimlerimize, alışverişlerimize eşlik eder (Abramowitz, 2001). Umarım, bu makale başkalarının da alenileşmesini ve gerek kuram oluştururken gerek terapi yaparken, farklılıkları ve çeşitlilikleriyle oynamalarını teşvik eder.

Kaynaklar

Abramowitz, S. (2001) Adult Homosexual Development and the Self. Paper presented in workshop entitled “The Self and Orientation: The Next Step” at The 24th Annual International Conference on the Psychology of the Self, San Francisco.

Blechner, M.J. (1996) Psychoanalysis In and Out of the Closet. In: The Therapist as a Person, ed. B. Gerson, Hillsdale, NJ: The Analytic Press, pp. 223-239

Brandchaft, B. (1995) Resistance and Defence: An Intersubjective View. In: Progress in Self Psychology, Vol. 1, ed. A. Goldbert, Hillsdale, NJ: The Analytic Press, pp. 88-96

Brandchaft, B. (2001) Obsessional Disorders: A Developmental Systems Perspective. Psychoanalytic Inquiry, 21(2), 253-288

Clark, D. (1987) Loving Someone Gay. Berkeley, California: Celestialarts

Gehrie, M.J. (2002), Heinz Kohut Memorial Lecture: Reflective Relativism and Kohut’s Self Psychology. In: Postmodern Self Psychology Progress in Self Psychology, Vol. 18, ed. A. Goldberg, Hillsdale, NJ: The Analytic Press, pp. 15-30.

Hollway, W. (1984). Gender difference and the production of subjectivity. In: Changing the Subject. Eds. Henriques, J., Hollway, W., Urwin, C., Venn, C. & Walkerdine, V., London: Metheun.

Kohut, H. (1959). Introspection, Empathy and Psychoanalysis. J. Amer. Psychoanal. Assn. 7, 459-483

Kottler, A.E. and Swartz, S. (1995) Talking about wolf-whistles: negotiating gender positions in conversation. South African Journal of Psychology, 25(3), 184-190

* Doğal olarak, bu makalede söylenenlerin tümü, çok benzer ve aynı zamanda da farklı yollarla, marjinal farklılık alanı ırk, din, kültür, medeni durum, özürlü olma, vs olan bireylere de uyarlanabilir.

** Yanıltıcı olan homofobi terimi yerine bu terimi yeğliyorum.

*** Buna, “normal olan beyaz olmaktır” ya da “normal olan evli olmaktır” baskın söylemlerini ekleyebiliriz. (Bekar olmayı tercih etmiş olan kadınlar, özellikle evli mi bekar mı olduğumuz sorusundan nefret etmez miyiz? Özellikle yaşlandığımızda ve yanıtımız miss (bekar hanım) olduğunda bizi reddedecek olan banka memurunun gözündeki damgalanmış kız kurusu rolünü benimsemeye zorlandığımızda?)

You may also like...