JOSEPH LICHTENBERG (1925-2021)

3 – 4 HAZIRAN 2001 SEMİNERİ

3 Haziran 2001

Adım Joseph Lichtenberg. Amerikalı bir psikanalistim. Özellikle bebek araştırmaları ve bebek gelişimiyle ilgileniyorum. Bugünkü planım size kendilik psikolojisiyle ilgili çok temel fikirlerden, sonra kendi katkılarımdan bahsetmek ve size, gelişimle ilgili bazı noktaları netleştirecek bebek araştırması kasetleri göstermek. Bu sabah geleceğimiz son nokta sanırım bu olacak. Bu öğledensonra, bu fikirleri nasıl tedaviye uygulayabileceğimiz üzerinde duracağız ve teknikle bağlantılı, ben ve meslektaşlarım Lachmann ve Jim Fosshage’nin formüle etmiş olduğumuz  ilkelerden bahsedeceğim. Makalelerim elinizde sanıyorum. Kafanızda cevaplamaktan mutlu olacağım birçok soru olabilir.

Paul ve Anna Ornstein’i, ve Rene ve Alan Siegel’ı burada misafir etme şansına sahip oldunuz. Onlar size Kohut’un başlıca katkılarıyla ilgili bilgi verdiler. Ben bundan daha ileriye gideceğim. Ama bu noktada, bence Kohut’un başlıca katkılarının neler olduğunu ben de paylaşmak istiyorum.

Ben bu meseleyi, kendine kendilik psikoloğu diyen herkesin düşünce sistematiğine katması gereken dört temel fikre indirgedim. Bunlardan ilki, id – ego – süperego yapısal sistematiğinin yerine geçen üniter bir kendilik kavramı. Üniter kendilik, ideal şeklinde kohezyon içinde, enerji dolu, ve ötekilerle tamamen ilişki içine girme yetisindedir. Bu kendilik kavramıdır, ve kendilik psikolojisi buradan doğmuştur.

İkincisi, teoriyi deneyime olabildiğince yakın kılmak, yani makine gibi bir zihin, ya da işlevsel olan yapılar gibi soyutlamalar kurmamak, bunlardan kaçınmaktır.

Üçüncüsü, empatinin, kişinin kendi dikkatini ötekinin perspektifine yerleştirebilmesinin, merkezi önemidir. Eğer bir anne ağlamakta olan bebeğiyle ilişki içindeyse, bir perspektif “Niye ağlıyor? Beni rahatsız ediyor. Çok yorgunum zaten. Onunla uğraşmak istemiyorum.”dur. Bu kendiliğin perspektifidir, ötekinin perspektifi değildir. Ötekinin perspektifinden bakınca, “Bana ne söylemeye çalışıyor?”, diye düşünürüz. “Acaba aç mı, üşüyor mu? Titrediğini görüyorum, demek ki üşüyor.” Bu ötekinin perspektifidir. Empati fikri iki önemli biçimde kullanılır: İlk olarak gelişim açısından önemlidir. Kişilerin tedavi sonucunda daha fazla gelişmelerini sağlamak açısından da anahtar görevi görür. Bu ikisi örtüşürler: Gelişimi destekleyen, ve hastalıktan iyileşmeyi teşvik eden.

Dördüncüsü, bir kişinin bir diğerinin kohezyonunu sağlamada oynadığı rolün yarattığı üç çeşit yaşantıdır: Aynalanma, ikizlik ve idealizasyon. Bir kişinin diğerine yardımcı olmasını sağlayan empatisini kullanma biçimi nedir? Yaptığımız şeylerden biri, ötekinin tepkilerinin belirli yönlerini onaylamak, yani aynalamaktır. Eğer iki aylık bebeği gülümserse, ve bebeğinin suratında bu çok şirin gülümsemeyi gören anne çok kötü biçimde depresyondaysa, ve bu gülümsemeye boş bir yüzle bakmak dışında tepki gösteremiyorsa, annenin vermesi gereken tepki ortaya çıkmaz. Bebeğin gülümsemesi bir karşılık görmez. Ama anne tepki verebiliyorsa, “Tanrım, bebeğim gülümsüyor!”, diyebiliyorsa, bebek sadece sözel değil, duygusal bir onaylama alır. Bir parantez: Ya bebek körse ve annenin gülümsemesini göremiyorsa? Bebek gülümsemeyi kaybeder. Kör insanların ifadesiz yüzleri vardır, ve garip hareketler yaparlar. Deneycilerin bulduğu, kör bebek güldüğünde anne bebeğin yanağına dokunur ve görsel yerine dokunsal tepki verirse, gülümsemenin bebeğin yüzünde kaldığıdır, çünkü tepkiler cross-modaldir. Beyin dokunmayı, kokuyu, görüşü, duymayı, dokunmayı bir bütün olarak algılar. Bebek onaylayıcı bir tepkinin varlığını bildiği sürece, hepsi birdir. İkizlik, bebeğin anneye bakıp “benim duygularım ve birşeye bakışım anneminkilerle aynı. Benzer duygu ve düşünceleri paylaşıyoruz”, demesidir. Bu da onaylamanın başka bir biçimidir. Sonuncusu ise bebeğin “benim annem ve babam muhteşem şeyler yapabilirler. Bunları yapabilen bir babam olması bana iyi hissettiriyor”, demesidir.  Bütün bu aynalama, ikizlik ve idealizasyon, empatik bir ortamın bir kişiden diğerine iletilme araçlarıdır. Kohut’a göre kohesiv bir kendiliği mümkün kılan temel taşlar bunlardır. Bu noktadan bir eksiklik teorisi geliştirdi. Bunların olmadığı, eksik olduğu, ortaya çıkmadığı durumda sonuç gelişimsel bir eksikliktir.

Bence bunlar, kendilik psikolojisinin üzerine kurulduğu temel fikirlerdir. O noktadan beri olanlara bakarsak, kendilik psikolojisi içinde bir grubun şunu savunduğunu görürüz: Bütün kendilik psikolojisi budur, ve bütün kendilik psikolojisi bu noktadan hareket ederek gelişir. Tedavideki ana odak her zaman kendilik – kendilik nesnesi matrisidir. Eğer bir kişi kendiliknesnesi olarak hareket edebilirse, yani diğer bir kişinin kendiliknesnesi ihtiyaçlarını giderirse, gelişim ilerler, tedavi ilerler. Eğer kendiliknesnesi olamıyorsa, empatik bir başarısızlık oluşur, bir kopuş meydana gelir, ve restorasyona gerek duyulur. Tedavi budur. Ornsteinler’den ve Siegel’lardan duyduklarınızın bence özeti budur. Bunların hiçbirine itirazım yok. Benim fikirlerim bunlara ektir. Meslektaşlarım ve ben, “güdülenme sistemleri teorisi” adında bir teori geliştirdik. Stolorow, Atwood, Orange ve Brandchaft da araöznellik kuramını geliştirdiler. Bu iki kuram tamamen uyumludur. Kendilik psikolojisi içindeki tek tartışma, bu eklerin önemli olup olmadığı noktasındadır. Tabii ki ben bunların önemli olduğunu düşünüyorum.

  Bir iki dakika kasetimize bakalım, daha sonra güdülenme sistemlerimize döneceğiz. Size iki kaset göstereceğim. İlki çok sorunlu bir anne – çocuk ilişkisini gösteriyor. Bu bir araştırma kaseti. Bir grup ilk bebeğine sahip olan, başka hiçbir kaynağı olmadığı için bir Katolik evine giden ergen anneye, iki yıl boyunca orada kalabilecekleri ve bebeklerini büyütebilecekleri söylenmişti. Okula gitmek ve o mekânın kurallarına uymak zorundaydılar. Bir grup psikanaliste, incelemek için oradaki kişilerle çalışabilecekleri söylendi. Annelere, orada oldukları süre boyunca, düzenli olarak bebekleriyle birlikte kaydedilecekleri, ve ayrıldıklarında kasetlerin hediye olarak onlara verileceği, böylece ellerinde kalıcı bir kayıt olacağı söylendi. Tabii ki kasetlerde olabildiğince iyi görünecekleri, giyinip kuşanacakları, ve olabildiğince en iyi davranışlarını sergileyecekleri beklenirdi. Herşey değil, bebeğin beslenmesi, yıkanması, ve oyun süreci gibi belirli durumlar kayda alındı.

Bu kaset bana şaşırtmacalı bir test olarak gösterildi. Önce beslenme aşaması gösterildi ve bakıp değerlendirmem istendi. Annenin ilgili olduğunu, bebeğe baktığını, bebeğin güçlü bir emme refleksi olduğunu, bebeğin anneye baktığını (ki bu çok olumlu bir şey), ve bu beslenme sürecinde hiçbir sorun görmediğimi söyledim. Ama bir sorun var. Bir ay sonraki ikinci besleme sürecine bakalım. Bebek anneye hiç bakmıyor. Burada bir patoloji var. Öyle bir noktaya gelmişler ki, bebek anneden uzağa doğru bakıyor; arada hiçbir ilişki kalmamış. Annede dikkat çeken, hiç ses olmaması. İlk beslemede patolojik olan, detaylara girince görülüyor. Sır annenin elinde: Bebeği tutmuyor, el boşta ve gevşek. Şişeyi uzatmak için tutmak zorunda, ama bir bebeği tutarken doğal olarak kendinize doğru çekişiniz yok bu hanımda. Bebeğe bakar gibi görünüyor, ama baktığı şey bebek değil biberon. Çünkü ona biberondaki süt belli bir noktaya gelince durup bebeğe gaz çıkarttırması söylenmiş, o da görev gibi biberona bakıyor. İlk yıkanma sürecini göstermeden beslenmeyle başladım. Yıkanma sürecini gösterseydim, ne olduğunu anlayacaktınız. Şimdi, aynı gün çekilen ilk yıkanma sürecine bakalım. Bebek sürekli ağlıyor, ve anne bunu bir sinyal olarak algılamıyor. Araştırmacılar buna “araba yıkama” adını veriyorlar. Sanki bebeğini değil, bir nesneyi yıkıyor gibi. Daha sonra size bu ikiliyle ilgili başka bir şey göstereceğim.  Sık sık duyduğum bir soru var: Neden bu annelere müdahale edilmedi, onlara birşey öğretilmedi? İnsanlar onlara nasıl bebek yıkanacağını göstermek düzeyinde müdahale edebilirdi. Sorunlu, 16 yaşında bir anneye “işte bebek böyle yıkanır” diyerek onu duygusal olarak ilişkiye giren, empatik bir anneye dönüştüremezsiniz. Ona zaten sevecen rahibeler yardımcı olmaya çalışıyorlar. Eğer bu hanım orada olmasaydı neler olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Çocuğu dövüyor, içki içiyor, uyuşturucu kullanıyor olabilirdi. Erkekler eve geliyor olabilirdi…

Çoğu çocukla karşılaştırıldığında Cara hareketsiz, depresif, annesinden fazla kameramanla ilgilenen, şu anda bile patolojisi olan bir çocuk. Annesini o yaşta hayal etmeye çalışın. Sesi çıkmıyor, iletişim içinde değil, yüzünde bir ifade yok… Hüzünlü, küçük bir kız… Annesi onun ilgisini çekmeye çalışıyor, anneye söylenmiş, “oyun budur, böyle yaparsın”, o da elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor. Bebeğini en güzel şekilde giydirmiş. Bakıcılık yapmaya çalışıyor, ama bir nesneye. Daha sonra göreceğimiz şey, bir noktada ikisi biraraya geliyorlar, bebek anneye bakıp elindeki tatlıyı alıyor, annesinin de bir ısırık istediğini farkediyor, ve annesine bir ısırık veriyor. Onların iletişim içinde oldukları en iyi an bu.

Şimdi başka bir bebeği göreceğiz. Cathy anne babasıyla bir evde büyüyor, ve onların ilk çocuğu. Anne, 20’li yaşlarının sonlarında, olgun bir hanım, yani ergen değil. Bebek iki haftalık. Çok tatlı bir şekilde uyuyor. Babası konuşuyor. Büyüdüğünde de bu anı unutmayacak bebek. Kameraman babası. Akşam 10:35. Anne bebeğin yaptığı her şeyi adlandırıyor, bu aynalama. Anne bebeğin gözlerini yakaladı, ve aynı şeyi söyleyip duruyor. Tepkileri görüyorsunuz.

(Banyo sırasında) Annenin bebeği ne kadar desteklediğini görüyorsunuz, çocuğu banyonun içine bırakmıyor. Bebek şimdi on haftalık.

Daha sonraki bir besleme aşamasını göstermek istiyorum. Bu bebeğin çevresinde devamlı sesler var, insan sesleri, arkaplan sesleri, müzik. Hep aynı müzikle uyutuluyor. Çevresiyle çok ilgili, keşfetmeye çalışan bir bebek.

Bir başka beslenme sahnesinde, bebek mama sandalyesine oturmuş. Annesi kaşıkla kendisini besleyebilsin diye ellerini kaldırıyor. Kaşık gider gitmez eller ne yapmak istiyorsa onu yapıyor. Daha sonra, bir sonraki lokma için hazırlanıyor. Dans gibi bir koreografi var burada. Anne bebeğin yaşantısını, “ne kadar lezzetli” der gibi dillendiriyor… “Hazır değilim”, diyor, annesi de kaşığı geri çekiyor… Bekliyor… Tekrar deniyor, çocuk hala hazır değil… Şimdi hazır… Baba da konuşuyor ve bebek babaya doğru bakıyor. Şimdi yedi haftalık.

Seyretmenizi istediğim şey şu: Bu ailenin ne kadar uyum içinde olduğunu görüyorsunuz. Anne, baba ve bebek ilişki içinde, beraber hareket ediyorlar. Baba müdahale etmiyor, bebeği kendi tarafına çekip “bu benim bebeğim” demiyor. Anne her davranışa duyarlı, bütün sinyalleri algılıyor. Bebek de annenin sinyallerine karşı duyarlı. İyi kurulmuş ve zengin, sözsüz bir iletişim içindeler. Bu iletişim aynı zamanda dillendiriliyor da. Ama bu iletişimi taşıyan şey sözler değil eylem, yüzlere bakış. Bu kırılmaya uğratıldığında ne oluyor? Bunu size gösterme sebebim, mini bir kırılmayı gösteren güzel bir bölüm olması. Bu noktada anne ve baba karşılıklı bir konuşmaya girdiklerinde bebeğin tepkilerine dikkat edin. Baba, “yeni evimize taşındık ve bence muhteşem”, diyor. Anne diyor ki, “bence o kadar muhteşem değil”. Baba: “Sen sarkastik olmaya başladın”. Anne babaya dönüyor ve sert bir şekilde bakıyor. Gördüğümüz şey, birbirleriyle iletişim içindeler ve dikkatlerini bebekten uzaklaştırmışlar. Cathy’ye aynalanmanın durduğu aşamada ne olduğuna bakacağız. Gözleri kapanıyor, yüzü aşağı dönüyor, depresif bir ifade alıyor. Bu depresyon değil, bir hüzün anı. Bu noktada sistemin ne kadar duyarlı olduğunu görüyoruz. İyi bir bağlanma deneyimi o kadar duyarlıdır ki, küçücük bir kırılma anı dahi ruh halini tamamen değiştirir. Ve tekrar ona döndüklerinde, Cathy tekrar Cathy gibi davranmaya başlıyor. Bence bu mini bir kırılmaya en iyi örneklerden biri.

Hastalarımızlayken, eğer empati içindeysek bir canlılık görürüz. Eğer hastamız onunla bağlantı içinde olmadığımızı hissederse, mesela “birini aramam gerekiyordu, unuttum”, diye düşünüyorsak, ya da “bunu duymaktan bıktım, birdaha duymak istemiyorum”, diye aklımızdan geçiriyorsak, bir değişim yaratıyoruz. Bu da ötekinin kendiliğinin doğasını değiştiriyor. Bunları gözlemleyerek, hastanın farkedilme deneyimi yaşamasına yardımcı olacak yaşantılar yaratıyoruz.

Bebek kasetlerini izlemek, olup bitenlerle ilgili bir duyarlılık geliştirmemize yardımcı oluyor. Size bu kayıtları kontrastı göstermek için izlettim. Söylemeliyim ki, bunları bir grup klasik analiste göstermiştim. Önce ikinci kaseti gösterdim ve herşeyi patolojik buldular. Bu sıradan ve iyi şeyde birsürü patoloji buldular! Klasik analist olmuş biri olarak, onları anlıyorum!

 Bu iki bebeği gördüğünüzde, burada olan en temel şeyin, bebeğin bir ilişki kurmakla ilgili çabası olduğunu, ya da annenin bebeğiyle ilişki kurmak için gösterdiği çaba olduğunu görüyoruz. Genelde bu doğrudur. Ama herhangi bir anı aldığımızda, o ilişkinin oluşması için annenin empati göstermesini gerektiren motivasyon nedir? Bu cümleyi tekrarlayacağım çünkü önemli bir cümle bu . Eğer bütün beraber oldukları anlarda anne ve bebek işleyen bir ilişki geliştirmek için çalışıyorlarsa, bunun doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama herhangi bir anda aktif olan, o iletişimin en başarılı bir şekilde gerçekleşmesi için anne ve bebeğin duyarlı olması gereken güdüler nelerdir?

 Eğer sadece ilişki kurmaktan bahsetseydik, doğru olmayan ve yetersiz bir cümle olurdu bu. İlk olarak anne, bebeğin fizyolojik ihtiyaçlarına karşı duyarlı olmalıdır, onlarla ilgilenmelidir. Eğer bebeğin herhangi bir andaki motivasyonu açlıkla başa çıkmaksa, susuzluksa, sıcaklıkla, ısınmayla ilgili bir ihtiyaçsa, aktif olmakla ilgili bir ihtiyaçsa, dokunulmakla ilgili bir ihtiyaçsa, bütün dengenin yerinde olmasıysa ihtiyacı, burnunun temizlenmesiyse, ya da diğer sağlıkla ilgili ihtiyaçlarıyla başa çıkılmasıysa, yoğunlaşılması gereken güdü budur. Eğer hastanız size bir hastalıkla geliyorsa, üşütmüşse soğuk algınlığı varsa, ve bunun üzerine konuşmayalım sadece ilişkisel meseleler üzerine konuşalım diyorsanız, hastanız anlaşılmış hissetmeyecektir. Ve bu yüzden bizim üzerinde durduğumuz nokta, kendilik – kendiliknesnesi  matrisinde olup bitenleri genişletmemiz gerektiğidir. Her anda potansiyel olarak varolan bütün güdüleri katacak şekilde bu bakışımızı genişletmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bizim güdülenme sistemleriyle ilgili en temel öncülümüz bu, bunun üzerinde hareket ediyoruz. Yaptığımız şey, 24 saati kapsayacak bir şekilde bebekle anne arasındaki iletişimdeki her anı alarak, her ana baskın olan en temel güdünün ne olduğunu anlamaya çalıştık. Doyurulmak mı, kucağa alınıp konuşulmak mı, annenin ihtyaçları içine sıkışıp kalmadan, yani anneyle ilişkiden bir tatil zamanı gibi hiçbir müdahale olmadan çevreyi keşif mi, birşeyi sevmediğini  ifade edebilmesi mi bebeğin ihtiyacı? İlk banyo aşamasında gördüğümüz bir şey vardı, bebek  bu işten hoşlanmıyorum demek için herşeyi yapıyordu. Ağlıyordu ama hiçbir tepki alamadı, sonra bağırmaya başladı. Daha sonraki aşamada sadece tutulmak, sevilmek, öpülmek istiyor bebek ve bizim söylediğimiz şey, bütün bu anları alabiliriz ve bütün bu motivasyonları anlarla bağlantılı olarak katagorize edebiliriz. Ve beş tane motivasyon grubu şekillendirebiliriz. 

Beş’le ilgili büyüsel bir anlam yok. Yeni bir Tevrat icat etmekle suçlandım. Altıncı bir motivasyon gösterilirse ben mutlu olurum. Bu  sınıflandırmayı yaptığımda, 1980’lerin ortasında,  bir altıncısının olduğuna ikna edilmeye çok açıktım, ama daha böyle bir şey  olmadı.  Bizim buradaki üzerinde durduğumuz nokta, kendilik psikolojisinin genişletilmesidir. Kohut bize motivasyonla ilgili üniter bir teori bıraktı. Kendilikle ilgili bir kohezyon oluşturmakla ilgili bir yönelimimiz olduğunu söyledi Kohut bize, yani Kohut’un güdülenme teorisi buydu.  Kendilik üzerine yoğunlaştı, dürtülerden uzaklaştı. Bence bu doğru ama yetersiz. Sadece bununla çalışamayız. Herhangi bir anda hangi noktada durduğumuzu söylemiyor bu kuram.  Çok soyut. Çok genel. Anlık deneyimlere gidebilmemiz için, daha geniş ama aynı zamanda daha sipesifik bir  güdülenme kavramına ihtiyacımız var. Bizim hissettiğimiz, bu beş güdülenme sisteminin bu kadar sipesifik bir bakışı dile getirdiği, yani bu kuram çerçevesinde herhangi bir anda hangi  güdünün dominant olduğunu söyleyebildiğimiz. Hastanız size geliyorsa  ve size bir öykü anlatıyorsa, “işimde çok kötü zamanlar yaşıyorum, bazı meseleleri anlamaya çalışıyorum ama sonuca daha varamadım, süpervizörüme gittim, ama istediğim cevapları alamadım, ve o zamandan beri de mücadele edip duruyorum, uyuyamıyorum, sabah uyandım ve zihnimde yarı şekillenmiş bir cevap vardı, daha iyi hissettim. Ama hala dertliyim, ve bununla başa çıkamadığım için ne kadar kaygılı hissettiğimi biliyorsunuz”, diyorsa; bu öyküden üzerine konuşulacak neyi seçerdiniz? İlişkiye tamamen takılmış olan çoğu insan, “süpervizörün sana yardımcı olamayınca neler hissettin?”, der. Bu uygundur, bir anlamı vardır, ama buradaki baskın olan güdü “süpervizörümle nasıl daha iyi iletişim kurarım” değildir. Buradaki dominant olan motivasyon, kişinin birşeyi çözme sürecinde başarısız olduğu zaman yaşadığı frustrasyondur. Ben bunun, bir insanın bir problemi çözemediği zaman yaşadığı kaygının, patolojik olduğunu ya da bir problem olduğunu düşünmüyorum. Kişinin söylediği şey şu: “Bir problemi çözemediğim zaman nekadar kaygılı hissettiğimi biliyorsunuz.” Bence asıl anlaşılması gereken nokta budur. Buradan hareket etmek gerekir. Şimdi uydurduğum için bu öyküyü, cevabın ne olduğunu bilmiyorum, ama uydurduğum bir öykü olduğu için, cevabın ne olduğunu da uydurabilirim sanırım. Bu kişinin problem çözmekle ilgili öyle yüksek beklentileri var ki, aşağılanmış ve utanç içinde hissediyor o problemi çözemediğinde. Bence bu, burda varolan dominant motivasyonu keşfetmek, “burada muhakkak ilişkisel bir problem vardır ve ben bunu keşfetmeliyim” varsayımına saplanmamaktır. Güdülenmeye baktığımızda, bir sürü ayrım sözkonusudur ve klasik analizde bu yoktur. Örneğin, her bebeğin sahip olduğu daha tensel daha dokunsal ihtiyaçlarla, cinsel motivasyonları birbirinden ayırıyoruz. İkinci senenin ikinci yarısına kadar bu seksüel ihtiyaçların zaten gelişmediğini düşünüyoruz biz. Her bebek tutulmak ister, saklanmak ister, sallanmak ister (bazı dokunsal rahatsızlıkları olan, bundan rahatsızlık hisseden bazı bebekleri bir kenara bırakıyoruz). Genel olarak çoğu bebek tutulmak ister, ardından gelen sensüel hisse ihtiyaç duyar; ve bundan hoşlanmayan da çok az yetişkin vardır sanırım. Motivasyonlar bu noktada birbirleriyle buluşurlar, yani bebeğin de, ebeveynin de böylesine sensüel  bir ihtiyacı vardır ve  bunlar birbirlerine kavuşur. Freud sadece orgastik deneyim üzerine kurulu olan kuramıyla, fazla uyarılma problemlerinin erken dönemde cinsel uyanmaya yol açacağı sonucuna vardı. Ebeveynler, “aman bu bebeğe dokunmayalım, onu tutmayalım” noktasına geldiler. Çoğumuzun hissettiği şeye çok ters, gözlemlememekten doğan teorik bir hata bu.

  Teoriyi alıyorsunuz ve teori cevap haline geliyor, gözlemi gözardı ediyorsunuz. Eğer bebekleri gözlemlerseniz (tabii ki bir bebeği fazla uyarabilirsiniz, ama normal bir tutuşla, sevişle), bebeklerin iki farklı dokunma biçimine tepki gösterdiğini görürsünüz. Barry Brazelton, sadece bir bebeğe bakarak, altını değiştirenin annesi mi, babası mı olduğunu söyleyebileceğini ifade ediyor. Anne bebeği alıyor, bezini altından geçiriyor, bebeğini rahatlatıyor, çok yumuşak bir şekilde bezi takıyor. Baba sert bir şekilde bacaklarını kaldırıyor, altından bezini geçiriyor ve üstüne kapatıyor. İki tür stimülasyon var, ama bebek ikisinden de hoşlanıyor. Baba geliyor birden bir merhaba diyor bebeği kapıyor, anneyse o noktada babayı öldürmek istiyor çünkü bebeğin uyumasını istiyor.

Doğumla beraber gelen bir şey sensüellik. Ana rahminde doğum öncesinde başlayan bir şey bu. Bebekler anne rahminde parmaklarını emiyorlar, ve bunu sensüel bir deneyim olarak yaşıyorlar. Anne rahminde parmaklarını emen bebeklerin daha sonra 7-10 gün boyunca niye parmaklarını ağızlarına sokamadıklarını biliyor musunuz? Annenin rahminde, o sıvının içinde hareketler yavaşlıyor, ama havaya çıktıklarında ağızlarının yolunu bulamıyorlar. Hareketi yavaşlatmak bebek için zor oluyor. Kendilerini daha fazla uyarmak için bebekler ne zaman kendi genitalleriyle uğraşmaya başlıyorlar? 20. Aya kadar bunu sistematik olarak görmüyoruz. Cinsel bir deneyim üzerine yoğunlaşmak çok küçük bebeklerde görmediğimiz bir şey, bunu kendi gözlemlerimden söylüyorum. Ama sensüellik her zaman orda.

Çok sık gördüğümüz klinik bir yanlış anlamadan bahsedelim bu noktada. Klasik bakış açısına göre, erkek hasta gelip yakın erkek arkadaşının yanında olmaktan keyif duyduğunu söylüyor, birbirlerini gördüklerinde birbirlerine sarıldıklarından bahsediyor, sohbet etmekten  ve beraber olmaktan keyif duyduğunu söylüyorsa, ve analist, “Aman Tanrım! Burada latent homoseksüellik var, bunu analiz etmemiz gerekir”, derse; bence bu deliliktir. Bu kötü bir teoridir. Bir yansıtma olabilir, ama bence kötü bir kuramdır. O zaman, üç şeyle ilgili bir ayrıştırma yok bu noktada. Bir tanesi şu ki, bizde homosensüel bir yan var, ve burda olmakta olan şey bu. Homoseksüellik, aynı cinsten bir insanla cinsel bir uyarılma arzusu içinde olmak anlamına geliyor. Bir de, aynı cinsle ilişik olma diyebileceğimiz, kişinin birincil grup deneyiminin kendi cinsinden insanlarla olmasını anlatan bir kavram var. Kişi kendini, kendi cinsiyetinden kişilerle ilişkide  olmaktan rahat hissediyor. Eğer iki tane dürtü var dersek, yani sadece agresyon ve cinsellik dürtüsü var dersek ve bu varsayımdan hareket ederek herşeyi buna indirgersek, o zaman herşey cinseldir, her zaman amaç boşalımdır, ve hiçbir açılımı yoktur bu işin. Kohut bütün bunları attı, bunlardan kurtuldu. Hepsini atarak da, bazı spesifik şeyleri kaybetti.

Gözlem üzerine kurulu kendi kuramıma, bu spesifik  olguları yerleştirmek istiyorum. Sensüellikten ve seksüellikten bahseden hastalarla konuştuğumuzda, kendilik psikolojisi ilk önce bunları bir kenara iter, bunlar hepsi bölünmedir, fragmantasyondur, der. Bu bana aynı şeyi tekrarlamak gibi geliyor. “Herşey sadece birşeye indirgenebilir, diğerlerinin bir anlamı yoktur”, demekle aynı. Bizim yapamaya çalıştığımız, sensüellikle seksüelliği ayrıştırabilecek bir yapıyı kuram içine yerleştirmek. Herşeyi sadece fragmantasyona, ya da aynalama ve ikizliğe indirgeyemeyiz.

Sorulara verilen yanıtlar:

Başka şartlar altında bağlanmanın nasıl gelişeceğine dair: Hepimiz burdaki temel soruyu anladık sanıyorum. Bu tamamiyle doğru, ama böyle olduğunu düşünsek bile, ilk anne, 10 yıl sonra, istediği bir çocuğa da sahip olsa, bir evliliğe dahil olsa bile, inanıyorum ki yine de güvenli bir bağlılık ilişkisinde zorluk çekecekti. Gençliğiyle bağlantılı olarak abartılı bir durum yaşıyor olabilir, 16 yaşındaki bir kız çocuğu için hamilelik bir kırılma süreci olabilir. Sadece kendilik psikolojisi araştırmaları bağlamında değil, kendi içinde bağlılık araştırmalarına baktığımız zaman, annenin bağlılık kategorisi, bebeğin geliştirecek olduğu bağlılık biçimini olası olarak belirleyen bir etkene dönüşüyor. Kendi içine hapsolmuş, çok kendini geri çeken bu kadının ileride de bu tarz bir bağlılık geliştirmeme olasılığı çok düşük; yine kaçınıcı bir bağlılık geliştirecek. Bu manada her zaman böylesine komplikasyonlarla uğraşıyoruz. Sorduğumuz en temel şeylerden biri, bu hanım kendi geçmişinden ne taşıyor? Ve o anda işleyen durum nedir, şartlar nedir? Sizin vurguladığınız şey içinde bulunulan durum şartlar, benim vurguladığım şeyse geçmişten getirdikleri. İkisi de aktif durumda.

Bazen daha az kohezyona sahibiz. Ve bir güdüden diğerine doğru hareket ediyoruz. Varolduğumuz araöznel ortam devamlı değişiyor. İnşa etmeye çalıştığımız kuram, varolan bu süreğenliği hayata geçirmeye çalışıyor. Bunu söyladikten sonra, optimal hayal kırıklığı kavramının o manada çok da faydalı olmadığını söyleyebiliriz. Bacall tüm kuramını Kohut’un optimal tepkisellik dediği kavramı yeniden tanımlayarak kurdu. Eğer herhangi bir şey bir noktada optimalse, örneğin hastanıza veya çocuğunuza “hayır, bununla artık kendi başına başa çıkman gerekiyor” derseniz, ve eğer bu işe yararsa, buna optimal hayal kırıklığı diyebilirsiniz. Eğer o noktada hastanıza, “şu inanca o kadar sık kapılıyorsun ki, herkesin baban kadar paranoid olacağı düşüncesine kapılıyorsun, ve bu inanca o kadar çok takılıyorsun ki, bunun ötesine geçemiyorsun”, derseniz; eğer hasta, “bunu biliyorum, bunu unutuyorum ve hatırlatmanız bana iyi geliyor”, derse bu açıklama optimal bir tepki olabilir. Hastayı hayalkırıklığına uğratmak, “bundan sen çıkmalısın”, deyip durmak, bunların hepsi taktikle ilgili kararlar. Kimse size tepeden optimal frustrayonun ne olduğunu söyleyemez. Sezgilerinizle yaparsınız bunu, empatik duyarlılığınızla yaparsınız. Onun bakış açısından yola çıkarak, “ona yardımcı olacak nedir?”, diye düşünürsünüz. Eğer kendi perspektifinizden yola çıkarak, ters bir şekilde “Allah kahretsin, ben bıktım bu hastadan, ona meselenin ne olduğunu söyleyeceğim”, derseniz, bunun optimal olma olasılığı çok yüksek değildir. Bu, diğer kişiyle olan o ilişkideki akışı takip edebilmektir.

Araöznellik

Ornstein’in iddia ettiği şey araöznellik kuramına ihtiyacımız olmadığıdır.  Kohut’un bir araöznellik kuramı olduğunu, bu araöznellik kuramının yeterli olduğunu, ve daha fazlasına ihtiyacımız olmadığını söyler. Motivasyonunuzu alın, araöznelliğinizi alın, başka yere gidin, bizim aynalamamız var, bu da bize yeter diyor. Kohut’un kuramı şunu söylüyor: Gelişimsel olarak her zaman bir araöznellik içindeyiz, çünkü her zaman bir kendilik –  kendiliknesnesi matrisi içinde varoluyoruz. Bu bir araöznellik kuramıdır. Burdaki mesele şu: Bütün araöznellik kuramı bu mudur? Daha fazlası var mıdır? Ben bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Özelleştirilmiş bir araöznellik kuramı olduğunu ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bir araöznellik kuramı olarak çok önemli bir keşif olduğunu düşünüyorum; çok önemli bir keşif ama çok kısıtlı. Söylemek istediğim tek şey şu: Diğerleriyle ilişki içinde bir kendilik olarak varolurken, yüzlerce değişik kendilikle bunların arasındaki ilişkileri düşündüğümüzde, diğerleriyle bağlantılı bir kendilik olarak çok kompleks bir dünyada yaşıyoruz. Sonuçta bu önemli deneyim, ne kadar önemli olsa da, sadece bir boyut haline geliyor.

Şu anda üç şey yapmayı düşünüyorum. İlk önce araöznellikten çok kısaca bahsedeceğim. İkinci olarak güdülenme sistemlerinden bahsedeceğim ve netleştireceğim. Üçüncü olarak da teknikle bağlantılı prensiplerden bahsedeceğim.

Araöznellik meselesiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan bir problem, Storolow ile  daha geleneksel görüşü olanlar arsında yaşanan, ama bence çok da yararı olmayan bir tartışma. Daha önce söylediğim gibi, Ornstein ve geleneksel bakışa sahip olanlar şöyle derdi: “Araöznellik kuramına ihtiyacınız yok, zaten elimizde olanlar yeterli. Kendilik ve empatiyle yaklaşan kendiliknesnesi arasındaki  ilişki yeterli”. Bu araöznelliğin çok dar bir tanımıdır. Ne kadar önemli olursa olsun, bütünsel deneyimimizin sadece küçük bir bölümünü anlatan bir kuramdır bu. Storolow şöyle söylüyor: Araöznellik kuramını ortaya atan Kohut değildir, Storolow ve Atwood’dur. Ve öncelikle ilgili birsürü  argüman gereksiz olmaya başlıyor. Araöznelliğin en az iki tane tanımı var. Ben üçüncüsünden de size bahsedeceğim. Bir tanıma göre, her insani deneyim, doğası gereği, zaten araözneldir. Araöznelliğe geniş olarak bakarsak, bu bağlam içinde herhangi bir şeyi incelememiz mümkün olur. Örneğin, Cathy’nin annesinin Cathy’ye çok duyarlı olduğu bir durumu düşünelim. Kathy’nin de çok canlı, çok heyecanlı olduğunu düşünelim. Bu, kendilik – kendiliknesnesi matrisine uyan, kohesif bir kendiliğin gelişimine olanak sağlayan, pozitif bir araöznel deneyimdir. Araöznellik perspektifinden bu durumu inceleyebilirsiniz, bu pozitif bir duruma örnektir. Araöznelliğin geniş perspektifinden negatif bir durum da incelenebilir. Cara’nın annesi onu yıkamaya çalışırken araöznel bir deneyim yaşıyor. Ve çocukta bir aversivite yaratıyor, çocuğun aversif durumunu ortadan kaldıracak hiçbir şey yapmıyor, sonunda da anne kendini doyuma ulaşmamış hissediyor. O zaman bunu nasıl inceleyebiliriz? Yapabileceğimiz bir şey, her katılımcıya bakmak. Anne o anda neler yaşıyor, niye hiç tepki göstermiyor? Bebek ağlarken, annesi çok sert bir şekilde bezini değiştirmeye çalışırken, iç dünyasında neler yaşıyor? Annenin bir intrapsişik dünyası var, bebeğin de bir intrapisişik dünyası var, ve bu iki dünya birbirini etkiliyor diyebiliriz. Burada, birbirini etkileyen bir araöznel alandan bahsediyoruz.  Cathy ve annesinin de birbirlerini etkilediğini söylüyoruz. Karşılıklı bir şekilde birbirlerini etkiliyorlar. Ben öyle bir bakıyorum ki sana, sen de bana geri gülümsüyorsun, bu da beni hoşnut kılıyor. Aralarında böyle bir alışveriş var. Başka bir bakış açısı da geliştirebiliriz. Birbiriyle bu ortak alanı yaratan iki kişinin, bir atmosfer yarattığını söyleyebiliriz, bir ambians yarattığını söyleyebiliriz. Kendilik ve kendiliknesnesinin sonunda bir ambians yarattığı, Wolf’un vurguladığı bir şeydir. Ambians nerede? Terapistin içinde mi, hastanın içinde mi, ikisi arasında akan bir şey olarak mı kurguluyabiliriz bunu? Bir üçüncü şey gibi sanki. Bu perspektiften de bakabiliriz. Bariz olan bir şey var ki, ben sizinle konuşurken, size öyküler anlatırken, bazen çok ciddiyim, bazen espriler yapıyorum, bazen daha küfürlü konuşuyorum, ve ben burada bir ambians yaratıyorum. Bu odada varolan bir ambians. Ve bu deneyimden siz de birşeyler alacaksınız. Umarım ki içeriği alacaksınız, ama aynı zamanda biliyorum ki aynı zamanda aramızdaki bütün ilişkisellikten doğan bir ambiansı da alıp götüreceksiniz. Bu bir araöznel kavramdır. Çok yararlı ve çok zengin bir kavram olduğunu düşünüyorum. Bizim alanımız dışındaki biri, Tom Ogden, bunu vurgulayan bir şahıstır.

Bir başkasının etkisiyle hareket etmek ve böyle bir zihinsel açıklığa sahip olmak, araöznellikten bahsetmenin başka bir yoludur. Sanki psişeler arası, iki kişinin düşüncelerinin birbirlerine akması için yaratılan ve zihinden açılan bir alan gibi sanki. İlişkiselciler bu  noktayı vurguluyorlar.

Başka bir bakış açısına göre de, psişelerarası kavramının “arası” vurgusuna baktığımız zaman, iki kişi yada daha fazla kişi arasında alışveriş nesnesi olan her şey bir etkileşimi doğurur. Ama her etkileşim araöznel midir? Araöznelliği en geniş tanımında alırsanız, her etkileşim araözneldir. Ama öznellik üzerine vurgunuz varsa, yani deneyimsel yönüne vurgu yapıyorsanız, kişinin duygusal ve düşünsel durumuyla ilişki içinde olmak bazında bakarsanız, o zaman her etkileşim araöznel değildir.

Bir eylem ne zaman tam anlamıyla araöznel olur? Feministler, çok yoğun bir şekilde, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde olup bitmekte olan çoğu şeyin tam anlamıyla araöznel olmadığını söylüyorlar. Orada bir baskılanma ve baskı altına alma durumu sözkonusu. Toplum, baskı altında tutma ve tutulma deneyimini sağlıyor, buna yol açıyor. Feministler burada da bir bilinç yükseltme sürecinin olması gerektiğini söylüyorlar. Aslında, bir erkeğin bir kadına davranış biçimi, ya da bir babanın, oğluna olan tavrıyla karşılaştırıldığında, kızına olan tavrı, kız çocuğunun öznelliğini daha aşağı görecektir. Çünkü aynı zamanda kültür de, bir kadının böyle olması gerektiğini dikte etmektedir. Yüzeysel olan kabul ve aynalama tepkileri, kız çocuğunun gerçek, çekirdek kendiliğine hizmet etmemektedir. Bu bizim dilimizde de yer etmiştir. Örneğin bir satıcıya ihtiyacım var dediğimizde, burada İngilizcede toplumsal cinsiyet yüklü bir kelime var (salesman), ama bizim kastettiğimiz satıcı bir kadın da olabilirdi. Dildeki cinsiyetçilik bunu bilinç altında erkek olarak kodlamış. Feminist bir konuşma yapmaya çalışmıyorum, demeye çalıştığım şey, araöznelliğe baktığımız zaman, diğer kişinin öznelliğinin tamamen farkına varıldığı ve tepki verildiği, özel bir deneyimden bahsediyoruz. Örneğin, bir ebebeyn, kız çocuğunu bir yere götürmek durumunda, ve diyor ki “o oraya gitmeyecek, çünkü oraya gitmekten hoşlanmıyor”. Burda ki sorumuz, burada referans aldığımız şey kız çocuğunun kendi arzuları mı, yoksa toplumun dikte ettiği şey mi? Burada kültürle ilgili ve kültürün araöznellikle ilgili potansiyelleri nasıl etkilediğiyle ilgili bir tartışma açılmış durumda. Feministler bu noktada kadınla erkek arasındaki ilişkiler üzerine yoğunlaşıyorlar. Ama herhangi bir alt grupla ilgili kültür bazında bu tartışmayı yürütebilirsiniz. Amerika’da mutlu zencilerle ilgili bir fantezi dünyası yarattık. Mutlu şekilde beyazlar için dans eden zenciler. Bu kötü bir örnek biliyorum, ama bunu vurguluyorum çünkü araöznelliğe farklı bir yaklaşım bu. İnsani deneyimlerle ilgili daha fazla parça bir araya geldiğinde, kendilik psikolojisinin, ya da kendilik psikologlarının ilgilenebileceği daha geniş bir alanla karşılaşıyoruz.

Güdülenme Sistemleri

Güdülenme sistemleriyle ilgilenmeye başladığımda, çok basit bir öncülden hareket ettim: Bir bebeğin yaptığını gözlemlediğimiz her şey, tutarlı ve kendini tekrarlayan bir şekilde güdülenmek zorundadır. Güdülenme şudur gibi bir kuramdan hareket etmektense, işe gözlemle şekillenen, buradan güdülenmeye varan bir kuramla başladım. Bundan hareketle, eğer tekrarlanan paterleri farkedebilirsem ve tanımlayabilirsem, güdülenme sistemlerini kuramlaştırabileceğimi düşündüm. Bana, “bir sistem nedir?”,  diye sorabilirsiniz. Eğer yapıdan bahsetmeyeceksek, sistem nedir? Bir sistem, kendini organize eden, kendini stabilize eden, diğer bir sistemle ya da aynı sistemin farklı bir yönüyle diyalektik bir gerilim içinde, hiyerarşik bir organizasyon ve reorganizasyon içinde varolan bir paterndir. Örneğin açlığa baktığımızda, doyurma, doyma bir paterndir. Anne ve bebek arasında, bu patern kendini organize eder. Yani genetik olarak, içsel olarak bu tekrarlar durur. Kendisini organize eder. Anne ve bebek arasında bu paternin kendisini öyle bir şekilde stabilize etmesini isteriz ki, besleme süreci gece olacağına gündüz olsun. Yetişkinler olarak nasıl kahvaltı ediyorsak, öğlen yemeği yiyorsak, akşam yemeği yiyorsak, bebeğin de kendini öylesine organize etmesini isteriz ki,  yeme edimi gündüz saatlerinde gelişsin. Eğer bir düzenlilik yoksa, kaos oluşur. Eğer düzenlilik çok kesin ve katı olursa, obsesyonel bir hastalık ortaya çıkar. Ama aynı zamanda da, her sistem diyalektik bir gerilim içinde, başka bir sistemle rekabet halindedir. Örneğin, kahve içtiğimiz terasta kalmak, havadan keyif almak, sohbetimize orada devam etmek istiyoruz. Bu noktada,  bizim keşfetmek isteyen sistemimizle, bağlılık sistemi arasında,  bu güzel günle bağlantılı yaşadığımız sensüel duygularla da bağlantılı olarak, bir gerilim oluştu. Demek ki, o kadar çalışkan ruhlarız ki, bizdeki diyalektik gerilim keşif yönüne doğru ilerledi. Ama bu hiyerarşiyi altüst edebiliriz. Eğer çok sıkıcı olmaya başlarsam, ve fizyolojik sistem güç kazanmaya başlarsa, hepiniz güzel bir uyku çekmeye başlayabilirsiniz. Eğer bunun olmaya başladığını görürsem, daha ilginç birşeye doğru ilerlerim. Yani bu hiyerarşik değiş tokuşu yeniden düzenleyebilirim. Böylesine dinamik bir süreçten bahsediyoruz. Sistem düşüncesi bize bunu, herşeyi bir süreç olarak algılama şansını veriyor. İşte bu yüzden yapı kavramını kullanmıyorum. Sistem düşüncesini kullanıyorum.

Şimdi eğer geri dönersek,  bebeğin devamlı olarak yaptığı şeylere baktığınızda – ki buna tek başına bakılamaz çünkü bebeğin ve ona bakan kişinin tekrarlayan bir şekilde yaptığı şeyler olarak algılamamız gerekiyor – gördüklerimiz bize bebeğin güdülenmesiyle ilgili ne söylüyor? Bize şunu söylüyor: Bebek içsel ve hızlı bir şekilde öğrenilen bir paternler grubuna sahiptir. Bu paternler bir ihtiyaç üzerine kuruludur. Bu ihtiyaçlar da, fizyolojik taleplerin regülasyonu için gereklidir. Annelerin temelde yaptığı şey fizyolojik taleplerle bağlantılıdır. Bunlar: Açlığı gidermek, susamayı gidermek, bütün hareketle ilgili ihtiyaçları gidermek, çocuğun dengesini sağlamak, ısıyla ilgili ihtiyaçlarını gidermek, fiziksel sağlığını sürdürmesine yardımcı olmak, uyumasına yardımcı olmaktır. Unuttuğum şeyler de olabilir, ama ne demek istediğimi anladınız. Ama eğer annenin yaptığı tek şey bu olursa, hospitalizasyon sendromu denilen, çocukların büyüyememesine yol açan şey ortaya çıkar. Yapılan araştırmalara göre, çok steril hemşireler tarafından beslenen bebeklerin büyük bölümü, 9-12 ay arasında ölüyorlar. Çünkü hiçbir zaman kucağa alınmıyorlar, konuşulmuyorlar, “onları rahatsız etmeyelim, sadece besleyelim, altlarını değiştirelim”, deniyor. Anne ve bebek sürekli olarak tekrarlayan biçimde ne yaparlar? Birbirleriyle konuşurlar, anne bebeğine bakar, “merhaba bebeğim”, der, “merhaba şekerim”, der; bir bebeğin tepki verebileceği bir şekilde bebekle konuşuyor. Bunu yapmayı nasıl biliyoruz hepimiz? Nasıl oluyor da böyle abartılı bir ses tonuyla konuşabiliyoruz? Burada prosedürel bir hafıza söz konusu. Olan şey, sonunda bir tepki alıyoruz bebekten. Bebeğin ağzı açılıyor. Benim torunum 7 günlüktü, çoğu zaman gözleri kapalıydı, benle çok güzel muabbet ediyordu. Ben bazı sesler çıkarıyordum, bebeğin gözü çoğu zaman kapalıydı, ama ağzı bana tepki veriyordu. O içsel paternler harekete geçmeye hazırdı. Beni ağzıyla taklit ediyordu. Yedi günlüktü, gözleri kapalıydı, ama annesi onunla konuştuğunda annesinin olduğu yöne doğru gözleri ve başıyla hareket ediyordu. Bu bağlanma deneyimi harekete geçmeye hazır. Biz bebeklerimize bunu yapıyoruz, onları harekete geçiriyoruz. Zaten doğal olarak onlar ilerliyorlar, bizim onları harekete geçirmemize gerek olmuyor. Cathy, benim torunum, doğarken  ben de oradaydım. Hemşire bebekle ilgilenirken bebek ağlamaya başladı. Hemşire bebeği bana verdi. Ben kollarıma aldığımda bebek sakinleşti ve sustu. Beş adım daha ilerleyip, kızımın göğsüne yasladım bebeği, ve anında tamamen sakinleşti. Anında annesinin kalp atışlarını duymuştu. O kalp atışlarını çok uzun zamandır duyuyordu zaten. Ve doğumdan 20 dakika sonra emmeye başladı.  Bebeklerin ne kadar hazır olduğunu görebiliyoruz. Yani uyuşturucu kullanan bir annesi yoksa, doğumda anestezi olmamışsa, bebek çok hazır olarak doğuyor. Bu prematüre olmayan bebekler için geçerli. Prematüre bebeklerde sinir sistemi buna hazır olmuyor.

Bağlanma bu erken deneyimlerle bağlantılıdır. Ann Cathy ile konuşurken, Kate annesiyle ve babasıyla bir bağlılık deneyimi yaşıyor. Peki ilişki içinde olmanın bağlanmadan farkı nedir? Çevremizde devamlı olarak varolan ebeveynlerle farklı bağlılık biçimleri geliştiririz. Herhangi bir şeyle devamlı olarak yaşadığımız kontak sonucunda bunu geliştiririz. Aynı zamanda bebeklerin kendi yattıkları beşiklerine de bir bağlılık geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Bu yüzden de beşikten alıp onları yatağa koymak bazen zor olur. Ev hayvanı gelip bebeği yaladığındada hayvana bir bağlılık geliştiriyorlar mı? Evet, bebekler geliştiriyor. Yani bağlanma, iki insan ya da hayvanla insan arasında gelişen, kendine özgü özellikleri olan bir şeydir. Ama içsel olarak, farklı bir ilişki biçimi geliştirmeye de yatkınızdır. Bu da, çevremizdeki bize bakım sağlayan kişiler bütünüyle, ailemizledir. Bireylere bir bağlılık geliştirilir, gruplara da bir ilişkililik geliştirilir. Anlattığım çocuklardan birinin ailesi bir aile portresi çektirecekmiş. Fotoğrafçı eve geliyor, baba, anne ve kızkardeşler var, herkes hazır, ve 4 yaşındaki küçük kız “Hayır!”, diye bağırıp kaçmaya başlıyor. Herkes şaşırıyor. Odasına gidiyor ve çok sevdiği oyuncak bebeğiyle koşarak geri geliyor. Şimdi aile fotoğrafı için hazır olduğunu söylüyor. Onun perspektifinden, ilişki içinde olduğu grupta çok sevdiği bebeği de var. Öğretmenler bundan yararlanmayı bilirler. Doğru yazımı öğrenmek istemeyen çocuklar vardır, bundan çok sıkılabilirler, siz de bir grubu yeşiller, diğer grubu maviler yaparsınız ve aralarında bir yarışma başlatırsınız. Gruba olan bağlılık keşife yönelik olan arzularını kamçılar, çünkü ilişik olmakla bağlantılı olan güdülenme onları harekete geçirir ve keşif deneyimini hızlandırır.

Kendilik psikolojisinin, hiçbir zaman kendilik psikologlarına grupla bağlantılı süreçleri keşfetmelerinde yardımcı olacak kuramları olmadı. Italya’da bir toplantımız oldu. Grup terapistleri bir araya geldiler. Bu fikri grup süreçlerini anlamaya uyguladık.

Bir bebeği keşif yaparken gördüğünüzde, bir test yapabilirsiniz: “Bu seni ilgilendiriyor mu bebeğim?” Bebek eğer oraya yöneliyorsa, biliyoruz ki bebek ilgileniyor. Ne kadar oraya yönelik kaldığına bakıyoruz. Ve oradan geri çağırabiliyor muyuz diye bakıyoruz. Şunu bulduk: Diyelimki bir kağıt aldık ve üzerine gelişigüzel çeşitli noktalar koyduk. Çocuğun buna oryantasyonu çok kısıtlı olacaktır ve ilgisi hemen dağılacaktır. Eğer gülen bir surat çizersem, burada insan yüzünün soyutlaması olduğu için, çok yoğun bir ilgi görürüz. Çocuk buna yönelir ve bakmaya devam eder. Bizim doğuştan gelen bazı tercihlerimiz var. Ama aynı zamanda somut olarak varolan bir yüz var. Biz bu paternleri hızlı bir şekilde öğreniriz.  Cathy daha  doğduğunda annesinin bebeğiydi, çünkü annesinin sesini ve kalp atışlarını biliyordu. Daha sonra büyük bir hızla daha fazlasını öğreniyoruz. Kimi daha fazla keşfetmek istediğimizi öğreniyoruz.

Aversiviteden yeterince bahsettik sanıyorum. Kelimelerle ilgili bir fark var. Regülasyonla ilgili bir ihtiyaçtan bahsediyoruz. Bağlılıkla ilgili bir ihtiyaçtan bahsediyoruz. Keşifle ve kendini ifade etme davranışıyla ilgili bir ihtiyaçtan bahsediyoruz. Ama aversif bir şekilde tepki vermekle ilgili bir ihtiyaçtan da bahsetmemiz gerekiyor. Aversif bir şekilde davranabilmemiz gerekiyor. Eğer böyle olmasaydı, mutlu olmadığımız şeylerle ilgili sinyal veremezdik. Güzel bir örnek gördük bununla ilgili olarak. Sen bana yorulmaya başladığını söyledin. Bana vermiş olduğun aversif bir sinyaldi. Bu beni oryante etti, yaptığım şeyi değiştirmemi sağladı. Herhangi bir ambiansı yaratmak için çok kritik bir nokta bu. Bu beraber çalışmamızı mümkün kılan şey. Aynı zamanda sensüel keyif, ve daha sonra da cinsel heyecanlanmayla ilgili bir ihtiyaç var.

Teknikle ilgili Prensipler

İlk teknik prensibimiz birşeyleri organize etme, ayarlama. Burada dostane, güvenilir, ve emniyet içeren bir ambias yaratacak bir çerçeve oluşturan ayarlamalardan bahsediyoruz. Terapinin her aşaması için önemli olan, gerekli olan bir şey bu. Arka plan için ya da en temel olan tutma deneyimi için çok önemli bu. Bana sorulan bir soru var. Bana, “dostane bir çerçeve oluşturmak derken neyi kastediyorsunuz?”, diye soruyorlar. Yarın size sunacağım bir vaka, bir insanı en görmek istemeyeceğiniz, olabildiğince düşmanca tavırlarla gelen bir hastamdı. Sadece dostane olmamakla kalmıyordu, benden ona yönelen hiçbir dostane tavrı da kabul etmiyordu. Nasıl dostane bir çerçeve oluşturabilirdim? Onun dostane tavırlarını davet ederim, ama bunun üzerinde ısrar etmem. Benim davetim istikrarlı bir şekilde varolur. İnsanların sınırlarını aşmak değil kastettiğim şey. Kastettiğim şey sözsüz bir dostane tavır. Bu, bekleme odasına yürürken bedenimle, merhaba deyişimle, buyrun içeri gelin derken, ya da “merhaba, ben Dr. Lictenberg”, derken, elimi uzatırken sunduğum bir dostane tavırdır. Ben öyle analistler tanıyorum ki, bekleme odasına giriyorlar, kapıyı açıyorlar ve tekrar geri gidiyorlar. Bunlar deli! Benim analist olma sürecimdeki mülakatlarımdan biri, bütün mülakat boyunca bir tek kelime söylemeyen bir eğitim analistiyleydi. “Eğer bütün analistler böyleyse ben bu mesleği bırakıyorum”, dedim kendime. Hatta bir kere vazgeçtim bile. Ama bu başka bir öykü. Tabii ki geri döndüm ve eğitimimi tamamladım. Dostane tavrımızı sunarız. Dostane tavrı, her ikinizin birlikte ulaşabileceği bir amaç olarak görürsünüz. Bir yandan da, gördüğüm çoğu insan dostane bir başlangıca dostane bir şekilde cevap verir. Sizi kandırıyor da olabilirler tabii. Yazdığım “Nefret ve ödülleri” başlıklı bir makalemdeki vakada, telefonda konuştuğum bir hanım vardı, çok aklı başında bir hanım gibi konuşuyordu. İki üç görüşme için bana geldi, daha önceki tedavisinden, semptomlarından, bir rahibe olarak dini inançlarının bir hastalık olarak sınıflandırılmasından korktuğundan bahsetti ve sürece başladık. Birdaha geldiğinde divana uzandı ve şöyle dedi: “İşte bu hayatta gördüğüm en berbat, en rahatsız divanlardan biri. Bu kadar kötü bir mobilyaya sahip olduğun için çok salak bir herif olmalısın.” Ben şaşırdım. Çok şaşırdım. Bana küfür etmesi tamamdı da, sonuçta benim divanım Danimarka’dan ithal edilmiş çok hoş bir divandı. Bir saat boyunca bu devam etti, hiç durmadan konuştu. Hiç dostane bir şekilde başlamamıştık seansa. Bu analiz birkaç yıl sürdü. Bu tarz çok permutasyon oldu. Bitirmeden bir ay önce şöyle dedi: “Diğer rahibelerden bir arkadaşımla konuşuyordum, bana, ‘niye bu kadar dar fikirlisin ve onun mekanıyla ilgili her şeye neden  itiraz etmek zorundasın?’, diye sordu.” Bunun üzerine, daha açık fikirli olmaya karar vermişti. Bitirirken bana, sanatçı bir arkadaşına hazırlattığı, “Açık Fikirli Mary’nin Öyküsü” adlı bir çizgi roman hediye etti. Kitap şöyle başlıyordu: “Mari John’un ofisinin berbat olduğunu düşünüyordu”. Daha sonra, kitap ilerledikçe öykü de gelişiyordu. Bu çok esprili, çok dostaneydi. Kendini hiçbir zaman ifade edememiş küçük bir kızın, içine kapanıp kavga etmektense, dünyaya açılması gibiydi.

İkinci prensip, algının empatik modu, hastanın deneyimlerine yönelmede bizim en temel aracımızdır. Deneyim dediğimde sadece genel anlamda deneyimi kastetmiyorum. Aynı zamanda hastanın terapistle bağlantılı olan deneyimini de kastediyorum. Bence empati terimi fazla geniş anlamda,  sanki sadece iyi davranmak anlamına geliyor gibi kullanılmıştır. İyi davranmaya bir itirazım yok ama ben bunun ne tedavi ne de bilim olduğuna inanmıyorum. Benim terimim olan “algının empatik modu”, ya da Evelyn Schwaber’in “empatik dinleme” kavramı, kendi dinlemeyle bağlantılı duruşumuzu nereye yerleştireceğimize ilişkin spesifik bir terimdir. Kastettiğimiz şey, dinlemekle bağlantılı duruşumuzu hastanın bakış açısına yerleştirmek. Olabildiğince sistematik bir şekilde hastanın perspektifinden dünyayı görmektir. Geleneksel analistler, “biz herzaman empatitdik”, diyerek Kohut’a saldırdılar. Bunu, Jack Arlow ‘un bazı güzel makalelerine işaret ederek yaptılar, ki o da empatiden “geçici özdeşleşme” olarak bahsetmişti. Buradaki fark şu: Arlow’un bahsettiği şey, hastanın meseleleriyle ilgili arasıra yakaladığı bazı özdeşleşmeler. Bizim bahsettiğimiz şey ise sistematik bir şey. Aradaki fark birinin geçişken, diğerinin sistematik olması. James Fosshage şunu vurguluyor: “Her zaman empatik olarak bir başka kişinin zihninde varolamazsınız. Tamamen ötekinin gözünden dünyayı gördüğünüzü düşünüyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz. Ama bunu daha az yapmaktansa daha fazla yapmak olasıdır.” Yani dünyayı daha fazla hastanın gözünden görmek, ve bunu daha sistematik olarak yapmak olasıdır.

Bana devamlı küfreden hastam (bir rahibe için biraz şaşırtıcıydı tabii) ikinci seansımızın yarısında durakladı, ve ona bir şey söyleme şansı edindim: “Öyle bir izlenim ediniyorum ki, birşeyle ilgili çok öfkelisin, ama şu noktada bu şeyin ne olduğunu bilmiyorum”, dedim. Tepkisi şöyle oldu: “En azından kişisel almadınız.” Eğer buna daha derinlemesine bakarsak, yaşanan şeylerle ilgili olabildiğince empatik bir noktaya yaklaşmıştım, affekte bir isim  koymuştum. O noktada farkına vardığım şey, onun çok öfkeli olduğuydu, ve affekt hakikaten de öfkeydi. Gidebileceğim son nokta buydu. Daha sonra kendi perspektifimden bir şey ekledim.Yani sadece ona empatik duyarlılık göstermekle kalmadım, sezgisel olarak kendi perspektifimi de ona sundum. Benim bakış açım şuydu: Bütün bu öfke neyle ilgili bilmiyorum. Onun tepkisi ise, “ben sizi zaten bütün bunları daha şimdiden bilmeniz beklentisiyle dinlemiyorum, bunu bilmemenizi kabul ediyorum. Benim yaptığım test, benim size yönelen öfkemi kişisel mi algılayacaksınız? Eğer öyle algılıyorsanız, beni dinleyemez hale geleceksiniz ve bu öfkenin neyle bağlantılı olduğunu keşfedemeyeceksiniz, defansif olacaksınız”, diyordu. Sonuçta onun testini geçtim, çok uzun bir zaman aldı tabi ki. Algının empatik modu tekniğimizi sıkı bir şekilde kendilik psikolojisine bağlıyor, ve bunu merkezi önemde algılıyoruz.

Üçüncü prensibimiz affektlerin farkına varmakla bağlantılı ve iki şekilde ortaya çıkıyor. Biri daha kolay diğeri ise daha zor. Öyküde baskın olan affektin farkına varmak istiyoruz. Eğer bunu bilmiyorsak hangi noktada olduğumuzu bilmiyoruzdur. Eğer bunu yapabiliyorsak başlamışız demektir. Daha önce verdiğim örnekte yaptığım şey buydu. Öyküde olan baskın affekti farkettim. Hasta çok eleştireldi, çıldırmış gibiydi ve bu öfkenin merkezinde ben vardım. Bu kolay olanı. Bu, yapamadığımız zaman bile yapabildiğimiz birşeydir. Farkına varabildiğimiz bir affekt olmasa bile, öyküde farkına vardığımız affekt bu olur: Farkedilebilir bir affektin olmayışı.  Bunu iyi kötü her zaman yapmak mümkün. Çoğu hastada bunu belirtmek size yardımcı olacaktır. Hastaya, “öfkelisin”, dersiniz, o da size, “öfkeli değilim, incindim, bu size öfke gibi geldi”, der. Çoğu zaman hasta bize bu konuda yardımcı olacaktır.

İkinci kısım daha zor. Bu, hangi affektin arandığının farkına varılması. Hasta geliyor ve size diyor ki: “Yine yaptım. Okadar kızgındım ki evde duramadım, durmalıydım biliyorum, ama dışarı çıktım, bara gittim, içmeye başladım. Sadece bir iki içki içerim diye düşünüyordum ama sarhoş oldum. Kötü bir insanla eve geldim ve şu anda buradayım. Yine yaptım, utanıyorum. Bu tedavi bana yardımcı olacak mı? Belki de ilaç kullanmalıydım.” Size tanıdık geliyor mu bu öykü? Affekte baktığımızda burada varolan nedir? Utanç, aşağılanma, biraz da ümitsizlik var. Ama buradaki en temel şey utanç. Nasıl duyduğumuzla bağlantılı olarak, en temel şey ümitsizlik de olabilirdi. Eğer buraya kadar gelip durursanız, hastanın da, sizin de sonunda varabileceğimiz tek nokta şu: Hasta çok impulsif davranıyor, çok bağımlı davranışları var. Belki de davranış modifikasyonu terapisine gitmesi gerekirdi.  Bu noktada birşeyler keşfedilmiyor. Ama kendilik psikolojisi şunu söylüyor: İnsanların çok genel, birincil motivasyonları, kendilikle bağlantılı kohezyonu kurmak ya da restore etmektir. Bu kişi neye ulaşmak için mücadele veriyor? Bunu söyleyebilmek için, öykünün geri kalan kısmına ihtiyacımız var. Buna nasıl başlarız?

“Dışarı çıkmadan önceki gece nasıldı, onu anlatır mısın?”

“Evdeydim, ev arkadaşım dışarıdaydı. Arkadaşlarımdan birini aradım, o da evde değildi. Okumaya çalıştım, konsantre olamadım. Yarınki hukuk dersim için okumam gereken şeyler vardı, yoğunlaşamadım. Zaten son derste de başarısız olmuştum.” 

Burada bildiğimiz ne var? Yalnızdı, herhangi bir şeyi keşfetmekle ilgili bir başarısızlık yaşıyordu. Bir kitapla da olabilir bu. Dersle bağlantılı olarak başarısızlık hissediyordu. Depresyona girecekti. Ne arıyor olabilir? Canlılık yaratacak bir bağlılık deneyimi arıyordu. Onu stimüle edecek bir ilişki arıyordu. “Tekrar yaptım çok kötü bir adamım”, derken bunları biliyor muydu? Hayır, utançla bağlantılı bir affekt durumunda bunları söylerken. Eğer söylediklerine takılıp durursanız, şöyle düşünürsünüz: “Aptal değil ki o. Bütün motivasyonlar, o bunun hiç farkında olmasa  bile, içsel olarak algılanan olumlu bir sonucu hedefler. Bunun ne olduğunu şu anda ben de bilmiyorum, ama bunu keşfedeceğim ve onun da keşfetmesine yardımcı olacağım.” Bu noktada kendilik psikolojisi duruşundan hareket ediyoruz. Eğer bu noktada “bunun neyle bağlantılı olduğunu biliyoruz, bu adam impulsif biri, ego kontrolü yok bu adamın, süperegosunda boşluklar var” dersek, ne olduğunu biliyoruz zaten ve araştırmamıza gerek yok. Kimseye de yardımımız dokunmaz. Bize ne kadar delice görünse de, o kişinin perspektifinden ona anlamlı gelen şeyi görmemiz ve kendisinin de görmesine yardımcı olmamız gerekir. Affekti araştırarak, bütün bağımlılıkla bağlantılı davranışları anlayabiliriz. Bu tekniğe çok önemli bir katkı bence.

Dördüncüsü, masaj mesajı içerir. Bundan kastettiğim şey şu: Eğitim gördüğüm süreçte bana öğretilen şuydu: “Eğer hasta babasından bahsediyorsa, aslında senden bahsediyordur. Senden bahsediyorsa aslında babasından bahsetmekle ilgili bir defans yaşıyordur. Şu anda olan bir şeyden bahsediyorsa, geçmişi konuşmakla ilgili bir defans yaşıyordur. Herşey dirençtir.” Klein’cı kuramda herşey bir diğerine karşı dirençtir. Bu bence çok önyargılı bir bakış açısı. Ben bunu tamamen tersine çevireceğim: Sunulduğu biçimiyle mesaj, mesajı içerir. Bu çok basit olmak anlamına gelmiyor. Kohut kendilik psikolojisini bir hastası sayesinde öğrendi. Hastası ona, “bana neyi kastettiğimi söyleyip durma, benim sana söylediklerimi dinle. Benim ne kastettiğime yakın düşecek şeyleri de söyleme. Kes sesini ve ben sana söyleyeyim ne olduğunu”, demiş. Duyarlı bir insan olarak Kohut, mesajı almış ve kesmiş sesini. Problemlerimizden biri, çok zeki insanlar olmamız, ve herkesin ne kadar zeki olduğumuzu bilmesini istememiz. İnsanlara aptal olduğumuzu ve ne söylediklerini anlamadığımızı söylemek için bu mesleğe girmedik. Mesajın daha karmaşık, daha derin olduğunu söylememize engel olamıyoruz.

Dördüncü prensibimiz, size ifade edildiği biçimiyle mesajı dinleyin. Hemen onu  bir direnç ya da defans olarak yorumlamayın. Çok da naif olmayın. Mesajın mesajı içerir. Sadece kelimelerde değil, her mesajda devasa bir sözel olmayan mesaj da vardır. Özellikle sessizliklerde. Ses tonu, konuşma hızı, ritim, kelimelerin seçimi, cümlelerin kuruluş biçimi, söylenmeyenler, hepsi mesajın bir parçasıdır. Mesajın içinde mesaj var derken kastettiğimiz şey, çok dikkatli dinlemek anlamına geliyor. Bir şekilde inek sağıyor gibi mesajı sağmak, posasını çıkarmak. Bu, hastayla çalışmakla bağlantılı olarak önemli bir fark yaratıyor. Ve ayrıca da zeki olmakla ilgili kaygılarımızdandan bizi kurtarıyor. Genetik bir yeniden yapılanma yapmanız gerekmiyor, sadece dinleyin ve tepkilerinizin mesaja çok yakın olmasını sağlayın. Akış daha yumuşak olacaktır. Bu prensiple özellikle gurur duyduğumu söylemem gerekiyor. Marc Luhan‘ ın “medium is the message” sözünden esinlendim.

Beşinci prensip, öyküdeki boşlukları doldurmak. Bu özellikle kaçınıcı bağlanma ilişkisi kuran hastalar için geçerli. Basit bir şekilde ifade edersek, kastettiğimiz şey sorular sormak. Eğer bir hasta size, “dün gece sinemaya gittim, pek iyi değildi”, derse, hastanın neyi kastettiğini bilmiyoruz. Acaba flim mi  değildi, deneyim mi iyi değildi, kötü bir şey mi oldu? İletişimde kaçınıcı formlar kullanmaya yatkın bir kişiyse, bilmek istediğiniz, merkezi bir meseleden çok, binlerce küçük detaydan bahseden hastanıza yardımcı olduğunuz biçimde, bu hastanıza da yardımcı olmanız gerekir. Bu arada bunlar, bağlanma kuramcılarının güvensiz bağlanma başlığı altında bahsettiği iki tipolojidir. Yani birtanesi kaçınıcı bir konuşma biçimi, diğeri de takıntılı bir konuşma biçimi. İhtiyaç duyduğumuz bilgiyi edinebilmemiz için, bize söylediği şeyi hastanın yapılandırmasına yardım ederiz. Örneğin kişi diyor ki, “sinemaya gittim ve iyi değildi”. İyi olmayan neydi, diye soruyoruz. Kişi şöyle söyleyebilir: “Yeni biriyle, çıkıyorum hoş bir randevu olmasını umut ediyordum”.  O noktada kiminle çıktığını sorabilirsiniz. Deneyimi anlamak için bir öykünün oluşması gerekiyor. Yani öykü öylesine detaylarla yüklü olmalı ki, siz empatik olarak o öyküye girebilmelisiniz. Bir öykü şekillenmeden kişinin bakış açısından dünyayı görmeniz mümkün değil. Flimle ilgili, kendi duygularından başka her türlü detaydan bahsetmeye başlayan bir hasta, size duymaya ihtiyaç duyduğunuz şeyleri söyleyemez, siz de öyküyü oluşturamazsınız.

Altıncı noktamız, atfedilen şeyi üzerine giymek. Bundan neyi kastediyorum? Hasta geliyor ve şöyle diyor: “Dün çok huysuzdun.” Hasta o noktada bir atıfta bulunuyor. Siz kendi kendinize, “burda bir çarpıtma var, bu bir yansıtma” diyebilirsiniz. Bunu hastaya söylerseniz sonucunda ne olur? Hastadan alacağınız yanıt: “İşte gördün mü, bu projeksiyon değil. Bunu bana geri söyleyerek ne kadar da huysuz davranıyorsun.” Bunun yerine kendinize, örneğin, “bu kişinin dün beni gördüğü biçimde bu gün kendime bir bakayım” diyebilirdiniz. Belki önceki seansı düşünürken genelde olduğunuzdan daha irite olduğunuzu fark edebilirsiniz. Hastanın sizi gördüğü biçimde kendinizi görmenizi daha kolaylaştırır bu durum. Ama varsayalım ki zihninizden bir önceki seansı geçirdiniz, genelde olduğunuzdan farklı olmadığınızı fark ettiniz, ve kendinizi genelde huysuz bulmazsınız.  “Bütün seans boyunca mı böyle davrandım, yoksa herhangi bir aşamada mı böyle davrandım?”, diye sorabilirsiniz. Bu sizin zihninizde, kendinizi, hastanın sizi dün gördüğü gibi bir insan olarak algılamanın yolunu açıyor. Aslında ikiniz de işbirliği içinde o kişiyi arıyorsunuz. Eğer hasta size, “bana ‘niye kocana bir şey söylemiyorsun’ dediğini hatırlıyor musun? İşte o noktada çok huysuzdun”, derse, böyle bir şey söylediğinizi, ya da tamamen farklı bir şey söylediğinizi hatırlayabilirsiniz. Bu önemli mi? Bir açıdan evet. Başka bir açıdan da, bu önemli değil. Eğer böyle algılandıysanız, böyle algılanmışsınızdır. Hata yapmış olmanız gerekmiyor. “Sen beni öyle duymuşsun, ama”, diyebilirsiniz, hasta da size, “öyle duymak mı, hayır, öyle duymadım, sen öyle söyledin”, diyebilir. O zaman ben susarım. Böyle devam edersek hiçbir yere gidemeyeceğimizin farkındayımdır. Hastanın deneyimlediği şeye bakmamız gerekiyor. Hemen bir örnek vereyim: Her altı ayda bir, hastalarıma hangi zamanlarda olmayacağıma dair bir kağıt veririm. Benim kadar sık sık seyahat eden bir insan, çoğu zaman yoktur. Her yıl üç ay olmadığımı hastalarıma söylerim terapiye başladığımda, daha önceden bu bilgiyi kendilerine veririm. Ve gitmeye hazırlandığımda da, bunun üzerine konuşmaya başlarım. “Üç saat beraber olacağız, daha sonra iki hafta yokum”, derim. Ve saatin sonunda da, “seni yarın göreceğim, gelecek hafta göreceğim, sonra da 18 Haziran Pazartesi günü görüşmek üzere”, derim. Tekrar geri gelirim ve hastam şöyle der: “Ofisinize geldim, kapıyı çaldım, ama kimse yoktu.” “Bu çok berbat bir deneyimdi herhalde sizin için”, derim. “Tabi öyleydi, niye bana söylememiştin?”, der hastam bana. Ona söylemediğimden mi oldu acaba bütün bunlar? Eline kâğıt vermiştim, iki hafta önceden söylemiştim, son seansta da tekrarlamıştım olmayacağımı. Bunu söylemek uygun mu? Bunları yapmış olduğumu bilmek benim için iyi, kendimi suçlu hissetmiyorum. Eğer atfedilen şeyi üzerime giyersem, şöyle bir şey söylerim ona: “Şu anda bana söylediğin şey, her ne yaptıysam, seni benim uzakta olmam sürecine hazırlamamış. Hazırlıksız bir şekilde sen geldin ve kötü bir deneyim yaşadın. Beni görmeyi umuyordun, ve kapalı bir kapıyla karşılaştın.” Bundan sonra bunun üzerine çalışabiliriz. Daha sonra hasta bana diyebilir ki:

“Bunu siz bana söylemiş miydiniz?”

“Sanırım söylemiştim. Ama sen zor bir zaman geçirmişsin.”

“Evet öyle.”

Daha sonra bunun üzerine düşünmeye başalayabiliriz ve bunu inceleyebiliriz beraberce. Size atfedilen şeyden bir anlam çıkarmayı başarırsanız eğer, en kötü durumu, anlamak için potansiyeli en yüksek duruma çevirebilirsiniz. Bütün önerdiğim ve üzerinde çalıştığım tekniklerden en yararlı olanının bu olduğunu düşünüyorum.

Lachman’ın üzerine çok yazdığı bir düşünce geliştirdim: “Model sahnelerin araştırılması, keşfedilmesi”. Çağrışımdan ya da bir anıdan daha fazlasını ifade etmek için benim geliştirdiğim bir kavram bu. Bu, bütünsel bir meseleyi örnekleyen ve hasta için çok dinamik önemi olan, spesifik bir deneyim.

Freud, kendisi için en temel, en çekirdekte olan model sahneden bahsetti. Freud’un bakış açısında en çekirdekteki model sahne, çocuğun annesine yönelik olan cinsel aşkı ve kendisine rakip olan babadan kurtulma arzusuydu. Gerçekten de bir tiyatro oyunundan ödünç alınmış olan Ödipal sahne, Freud için, tekrar yapılandırılması ve yorumlanması gereken en temel sahne oldu. Bizse, her birey için önem taşıyan çok daha fazla sahne olduğunu düşünüyoruz. Bir birey için önemli olan sahneyi yakaladığımızda, kişinin içsel dünyasında çalıştığımızı anlıyoruz. En önemli model sahnelerden bazıları, terapi sürecinde oluşan sahnelerdir. Örneğin:

“Hatırlıyor musun, ben geç kalmıştım ve sen benim gelmeyeceğimden emindin. Nekadar öfkeli olduğunu hatırlıyor musun? Şu anda yaşadığın duygu buna benziyor mu?”

“Evet benziyor”, “hiç alakası yok”, ya da “şu noktalarda farklılaşıyor”. Model sahnelerin ikinci kısmı, bir yorumdan ya da yeniden yapılandırmadan farklı olarak, analistin ve hastanın beraber inşa ettiği şeylerdir. “Bu şöyle midir?”, diye sorduğunuzda, hasta, “tam olarak öyle değil, biraz şöyle”, derse, karşılıklı olarak bir inşa süreci başlar. Daha sonra hasta, “daha önce konuştuğumuz gibi”,der, “şu konuştuğumuz gibi mi?”, dersiniz, ve gittikçe her iki tarafın da şekillendirdiği, ortak bir mülke dönüşür bu. Beraber inşa ettiğiniz bir şey. “Çıkmaya başladığımız günü hatırlıyor musun?”, “Şu meseleyle ilgili yaptığımız büyük kavgayı hatırlıyor musun?” demeniz gibi… Her iki tarafın da emeğinin olduğu bir mülk. Bunların hepsi terapi sürecinde bir ambians yaratıyor. Anlık da olsa bir ikizlik duygusu yaratıyor. Bu da herhangi bir meseleye beraber bakmamızı sağlıyor. Model sahneler çok çok önemlidir. Herkesin hayatında anılarla bağlantılı model sahneler vardır. Bazen model sahneler kitaplardan ya da flimlerden alınmıştır ve tekrar tekrar bunlar üzerine konuşuruz.

İlk analizim sürecinde analistime, Karamazof Kardeşler’le kendi aramdaki ilişkiyi, kendimi hangi kardeşe benzettiğimi, duyarlılık, entellektüellik gibi hangi yönlerini kendimde bulduğumu, saatler boyunca anlattım. Benimle bu oyunu oynayabilen, bu sahneler üzerinde çalışabilen bir analistim vardı.  Çok trajik geçen ikinci analizimden sonra, benim hala analist olarak kalmamı sağlayan şey buydu. İkinci analistim sadece “bu defanstır” oyununu oynayabiliyordu.

Soru: Perde anı ile model sahne arasındaki ilişki nedir?

Cevap: Ben size perde bir anıdan bahsedeyim. “Bir lunaparka gittik ve çok eğlendik. Bu geziyi hatırlıyorum, muhteşemdi.” Ama lunaparkta atlıkarıncaya binmekle ilgili bir kaygıyı keşfettiğinizde, bu derin korkuyu farkettiğinizde, “bu çocuk lunaparka gitti ve bunun muhteşem olduğunu söylüyor, burada doğru olmayan bir şey var, bunun muhteşem bir deneyim olduğuyla ilgili söyledikleri birşeyleri gizliyor. Ardından gizlenen çok ürkütücü bir şey olmalı”, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Rüyaların analizi vs. sonucunda hasta atlıkarıncadaki tahta attan aslında korktuğunu gösteren bir anıyı hatırlıyor. Anne, baba da ısrar ediyor, “bu muhteşem bir deneyim,  binmelisin atlıkarıncaya”; ve çok korkmuş olan bu çocuğu atlıkarıncaya binmek için zorluyorlar. Çocuk düşüyor, inciniyor, ve daha sonra da şöyle düşünmeye başlıyor: “Lunaparka gittik ve herşey muhteşemdi.” Burada bir perde anıdan bahsediyoruz.

Model sahne ise, bu perde anıyı nasıl anladığımız, ve atlıkarıncanın nasıl bir deneyim olduğunu anlamaya başladığımızdır. Model sahne, bu deneyimden beraberce anlam çıkarma süreci yoluyla tedavide yararlı olur. Bu, beraber ürettiğimiz iyi işin bir göstergesi haline gelir. Çocuğun ebeveynlerinin bu çocuğu nasıl dinlemediğini anlamaya çalışırsak, biraraya getirdiğimiz bu atlıkarınca anısı, ebeveynlerinin nasıl dinlemediğini örnekleyen bir model sahne görevi görebilir. Bunun oluşmasını zorla sağlayamazsınız doğal bir şekilde gerçekleşir bu.

Klasik analistlerle en çok bu noktada savaşmak durumunda kalıyorum.

Aversif güdüler, yani direnç ve savunma, iletişimsel ifadelerdir. Her iletişim gibi, araştırılmaları gerekir. Klasik analistler şunu söylüyorlar: “Defansa her zaman bakmalıyız, defansta ne olup bittiğine her zaman bakmalıyız, defans ve çarpıtmanın ne olduğunu anlamadığınız sürece meselenin ne olduğunu anlayamazsınız.” Klasik analistler, iletişime defans mekanizmaları perspektifinden bakıyorlar. Klasik bir analistken, bu konuda, bütün enstitülerde ders olarak okutulan  iki önemli makale yazmıştım. Bu noktada kendime neden katılmadığımı söyleme şansım var! Bu, hastaya yönelik bir propagandaya dönüştü. Bir şeyi satmak gibi sanki hastaya, çünkü kendinizi birşeyi bastırırken deneyimleyemezsiniz. Kendinizi aktif olarak birşeyi bastırırken deneyimleyemezsiniz. Bilinçdışı bir şekilde birşeyleri inkâr ederken kendinizi deneyimleyemezsiniz. Çünkü tanımı gereği yaşadığınız şey bilinçdışıdır. Bütün diğer iletişimler gibi, buna da, ancak deneyimsel alanın içindeyse, ya da potansiyel olarak deneyimsel alan içinde olabilirse bakabilirsiniz. Freud’un bilinç ya da bilinç öncesi dediği şeydir bu. Yani birinin söylediklerinizi takip edebilmesi için, bu yaşadıklarının bilinçte ya da bilinç öncesinde olması gerekir.

Bu, şu anlama geliyor: Eğer bir kişiye dönüp derseniz ki “bu bilinçdışı bir bastırmadır, inkârdır”, o size katılacaksa bunu kabullenir. Bunun yerine, “sanırım şu anda bakmayı tercih etmediğin birşeye bakıyoruz”, da diyebilirdim. O zaman o da bana, “evet, hakikaten bakmak istemediğim bir şeye bakıyoruz şu anda, ve sen bunu söylerken bile, bunun bir mesele olarak ortaya çıkarılmasından hoşlanmıyorum”, diyebilir. Artık bu çalışılabilir, dinamik, açık ve ikinizin arasında varolan bir olgu haline gelmiştir. Aversif güdülerin bu yönüne, diğer şeylere yaklaştığımız gibi, kişinin perspektifinden bakarak yaklaşırız. Eğer hasta bunu deneyimleyemiyorsa, sizin tavrınızın empatik duyarlılık olduğu da  söylenemez. Sizin empatik duyarlılığınızı deneyimleyebilmesi için, onun bir deneyimi üzerinde konuşuluyor olması lazım. Hiç kimse bir mekanizmayı deneyimleyemez. Deneyimleyebileceğiniz, bir şeyi bilince çıkartmakta rahat hissettiğiniz, ya da zorlandığınızdır. Bilince çıkarılamayan şeylerin etkilerine bakabilirsiniz. Tırnak içinde “bilinçdışı”nın bir kuramını geliştirdik, ki bu bilinçdışı anlayışında bilinçdışının bir mekânı yok, bilinçdışı, farkındalığa giden, araöznel alanın etkisiyle daha açık ya da daha kapalı olabilen bir yol. Bu da, arka planda varolan güven duygusu üzerine kuruludur.

Farkındalığa ulaşmayan bir sürü şey vardır. Mesela prosedürel hafızaya baktığımızda, çoğu şey farkındalığımıza ulaşmaz, ama hayatımızı etkileyen çok önemli bir güçtür. Ancak bu, Freud’un dinamik bilinçdışından kastettiği şey değildir.  Bu başka bir şeydir. “Kendilik ve Motivasyonel Sistemler”de sanırım içinizde güçlü bir şekilde işleyen, ve genelde farkında olmadığınız ya da olamadığınız şeylerden bahsetmiştim. Mideyle dalak arasında bir benzetme yapmıştım. Midenizden genelde bir mesaj alırsınız, dalağınızdan – bir kazada bir şekilde travmatize olmamışsa – hiçbir zaman mesaj almazsınız. Ama dalağınızdan da vücudunuzun diğer yerlerine bir şekilde mesajlar iletiliyor. Farkındalığa ulaştırabileceğimiz ve deneyimlediğimiz şeyler var, ve farkındalığımızı deneyimlemediğimiz şeyler de var. Unutulabilenler ve ezberlenemezler, yani kenara koyduğumuz ve organize bir anı biçiminde semantik hafızada düzenleyemediğimiz şeyler, şeklinde bir ayırım vardır.

Soru: Bilinçdışı bastırma diye bir şey olmadığını mı söylüyorsunuz?

Cevap: Böyle demiyorum, dediğim şey şu: Bu kavramı, bir olguyu anlatmak için dile getirmek, insanların zannettiğinden daha az yararlı. Bir şeyi bilinçdışı bir bastırma diye etiketlemektense, kişinin hangi noktada aversif bir durum yaşadığına bakarım. Geleneksel bakış açısına o kadar yatkınım ki, düşünmeyi öğrenme biçimimin çok büyük bir kısmını bu oluşturuyor. Yapmaya çalıştığım, başka bir düşünce sistematiği geliştirmeyi öğrenmek. Olabildiğince deneyime yakın bir noktaya doğru hareket etmeye çalışıyorum.

Şu ana kadar konuştuğumuz herşey, iletişimde hastanın perspektifiyle bağlantılı. Ya analistin müdahaleleri? Analistin müdahaleleri üç şekilde oluşur. Birincisi, kendilik psikolojisinde, hastanın perspektifine olabildiğince yakın bir noktadan yorumlar yapmaktır. Çoğu müdahalemiz bu bakış açısından olmalıdır. Buna empatik bakış açısı diyoruz. Mesela hastaya diyebiliriz ki, “bugün kendini rahatsız hissediyorsun, bu sabah eşinin yiyecek almamış olduğu ve kahvaltıda yiyecek hiçbir şeyin olmadığını fark ettiğinde kendini kötü hissetmeye başlamışsın”. Bunları, kişinin perspektifinden hareketle anlatırız. Bazen kendi perspektifinizden konuşursunuz. Kendi perfektifimden, örneğin, “ben bunu anlayabiliyorum, ben de kahvaltıda yiyecek bir şey bulamazsam bayağı kızardım”, diyebilirim. Ya da, daha önemlisi, şunu diyebilirim: “Biliyorum ki senin perspektifinden, sana ‘bana söylediğin şeyle ilgili daha fazla  düşünmen gerektiğini düşünüyorum’ dediğimde, bunu bir emir, bir eleştiri olarak aldın, ve şu anda bana öfkelisin. Bunu anlayabiliyorum. Kendimi duyabiliyorum ve beni duyan seni de duyabiliyorum. Bunları söylerken, kendi perspektifimden, zihnimde neler olduğunu paylaşmamı ister misin?” Hasta, “ben senin perspektifini duymak istemiyorum, bunu söyleyerek sadece kendini affettirmeye çalışıyor olursun”, diyebilir. Ya da, “evet, senin perspektifini duymak istiyorum”, da diyebilir. O noktadada açıklarım. Bazen hastam, “bunu size söylemiş olduğumu unutmuştum”, ya da, “neyin peşinde olduğunuzu anladım”, diyebilir. Sizin bakış açınız terapinin dinamik bir parçası. Jim Fosshage’nin kendilik  psikolojisinin dışında tuttuğu,  ve daha güçlü bir şekilde kendilik psikolojisinin içine katılması gerektiğini düşündüğü şey bu. Daha klasik bakışlı  kendilik psikologları bunun karşısında duruyorlar. Jim’e göre bu, empatik duruş yerine gözlemleyenin duruşu.

Sıradaki prensip, disipline edilmiş, spontan angajman. Bu benim adını koyduğum bir kavram. Suzan Lazarre adlı bir meslektaşım beni buna yönlendirdi. “Hastadan sıkıldığın ve azından böyle bir lafın kaçıverdiği zaman ne yaparsın?”, diye sordu bana. Ben de dedim ki, “bunun olabildiğince çok örneğini getir ki, onları anlayıp sınıflayabileyim”. Ben de kendiminkileri toparlamaya başladım. Süpervizyon verdiğim kişilerde de bunu yakalayarak toplamaya başladım, ve sonuç olarak geldiğim nokta şu: Öyle zamanlar var ki, en temel insani tarafımız, bir kişiyle bağlantılı olarak, çok sakin bir şekilde empatik bir noktada durmamıza izin vermez. Ben bu durumda ağzımdan çıkıveren şeylere disipline edilmiş şeyler diyorum, çünkü bunlar varolan çerçeveyi yıkan şeyler değil. Spontan diyorum, çünkü bunu nasıl dile getireceğiniz üzerine oturup düşündüğünüz şeyler değil. Bunlara aynı zamanda angajman diyorum, çünkü bunlar, “bu yetti; artık aramızdaki bir şeyle uğraşmamız gerekiyor”, dediğimiz noktada söylediğimiz şeyler. Tabi ki ana müdaheleler olamaz bunlar. Bunların nadir ve otantik olmaları gerekir, sahnelenemezler.

Yarın anlatacağım vakamdan bir örnek vereceğim. Çok depresif ve ümitsiz görünüyordu. Trajik bir ruh durumundaydı, tamamen sessizdi, ve hiç göz kontağı kurmuyordu. Çok kötü bir durumdaydı. Herhangi bir keşif başlatacak herşeyi denemiştim, artık elimde hiçbirşey kalmamıştı. Gözleri bana yöneldi, suratımdaki  bakışı gördü, ve “ne?”, dedi. “Çok hüzünlü küçük bir kedi yavrusu gibi görünüyorsun”, dedim.  Böyle bir cümleyi daha önce zihnimde kurmamıştım. Hatırladığım kadarıyla kimseye de böyle bir şey söylememiştim. Çok dramatik bazı sonuçları oldu. Bunu yarın anlatacağım.

Başka bir hasta, “biliyorum ki şimdi eve gideceğim ve kendimi keseceğim, çok öfkeliyim”, dedi. Ve emindim ki hakikaten de eve gidecek ve kendini kesecekti. Çünkü biliyorum ki daha önce de deneyimleri vardı, bütün vücudunu kesebilirdi, ve o noktada, “şu,anda yap”, dedim. “Ne?”, diye tepki verdi. “Hadi şimdi yap. Jileti eline al, bunu burada, şu anda, ben yanındayken yap”, dedim. Tabii ki elinde jilet falan yoktu. Transa girdi ve kendini kesmeye başladı, ve ikimiz de yere kanın aktığını gördük. Akan kan yok, ama biz bu sahneyi yaşıyoruz. İç çekti ve “yaptım”, dedi.

“İç çekme?”

“Rahatladım.”

“Kesmek mi seni rahatlattı?”

“Hayır, kan.”

“Ve bu da seni …”

“Daha iyi hissettirdi. İyi olacağım”, dedi ve daha sonra ayrıldık. Aklımda böyle bir plan yoktu. Kimseye de böyle bir şey önermiyorum. Bu çok spontan birşeydi. Tedaviye devam etti, bu aramızdaki varolan çerçeveyi zedelemedi.

 Sonuncu prensip, tepkilerin birbirini izleyişlerini takip etmek. Sadece hastanın tepkilerinin izini sürmekten bahsetmiyorum. Eğer kendi duygularınızın izini sürüyorsanız, ve birşeyi daha iyi anlamadığınızı, bir şeye daha fazla yakınlaşamadığınızı hissediyorsanız, bunu bilmek önemli. Bunun oluyor olması ise üzücü. Öte yandan, eğer hasta size “daha iyi hissetmiyorum”, diyorsa, ama siz olup bitenleri daha iyi anladığınızı hissediyorsanız, bu size süreci ileriye götürmek konusunda harika hissettirir. Bu yaklaşımın en önemli amacı, hasta üzerinde yarattığınız etkinin farkında olmak. Yaptığınız işle ilgili elimizde bir dışsal test yok. Yarattığımız etkiyi içsel olarak farketmenin yolu, biz müdahele ettikçe ne olup bittiğinin izini sürmek. Müdahale etmek bazen hiçbirşey söylememek anlamına da gelebilr, ama genelde kasettiğimiz şey aktif müdaheledir. Ne olup bittiğinin izini sürmek: Kişi canlandırıcı bir deneyim mi yaşadı, bu sürecin ilerlemesini destekliyor mu, hasta sakinleşiyor mu? Kendini kesmesini söylediğim hanıma yaptığım müdahale kesinlikle onu yatıştıran bir şey oldu. 

“Küçük, mutsuz bir kedi yavrusuna benziyorsun”, dediğim hastayla ilgili süreci nasıl takip ettiğimi yarın anlatacağım. 

4 Haziran 2001

          Bugün size bir vaka sunacağım ve zaman kalırsa dün bahsettiğim on prensibi göstermeye çalışacağım.

          Sonia geç 20’li yaşlarında profesyonel bir hanımdı. Ailesinin başka bir üyesini tedavi eden bir psikanalist tarafından yollanmıştı. Çok alçak sesle depresyonda olduğunu, muhtemelen bütün hayatı boyunca, kendini bildi bileli böyle hissetiğini söyledi. Annesinin ısrarıyla New York’da çok meşhur bir analisti bir yıl boyunca görmüştü ve bu durum ona hiç yardımcı olmamıştı. Söylediğine göre çoğu zaman sessizlikle geçmişti, çünkü Sonia’nın söyleyecek birşeyi yoktu ve analist de ona yardımcı olmuyordu. Herhangi başka bir terapi denemesinin işe yarayacağından şüpheliydi. Kelimelerine uyar biçimde depresif, geri çekilmiş ve tutuk görünüyordu. Bunun tersine şık giyinmişti, bir atlet gibi yürüyordu, ve hem geçmişte hem de halen devam eden okulla ilgili ve profesyonel başarıları vardı. Depresyonunun göstergeleri olarak, her gece uyuyana kadar ağladığını, sabahları başka bir günle yüzleşmek için kendini yataktan zor çekip çıkardığını söylüyordu. Yalnızlığına rağmen arkadaşlarından gelen davetleri reddediyordu. Annesinin yıllar süren tedavisinin hiçbir yarar sağlamadığını gözlemlemişti. Babası ise psikiyatrinin boşa para harcamak olduğunu düşünüyordu. Aile zorlukları temelde sorunlar yaşayan erkek kardeşi üzerinde yoğunlaşmıştı. Ailede sürekli karmaşa tehtidi oluşturacak şekilde, küçük yaştan beri volkanik patlamalar yaşıyordu. Bu durumla kimse başa çıkamıyordu. Her iki ebeveyn de bu sorunlu çocukla başetmekte zorlanıyordu. Anne daha histerik, baba daha kaçınıcı davranıyordu. Sonia kardeşinin bu durumu yüzünden suçlu olduğunu, annesini, kardeşini, ve bazen ikisini birden sakinleştirmekle sorumlu olduğunu düşünüyordu. Yaşı büyüdükçe annesi daha fazla ona dayanmaya başladı. Anneyi rahatlatmak, kardeşini psikiyatriste götürebilmek için, atletik hedeflerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu öykünü büyük kısmı, aylar içinde, parça parça ortaya çıktı.

İlk başta bu kadar çekici, iyi eğitimli, başarılı bir profesyonelin bu kadar derin bir depresyon yaşamasından etkilendim. Haftada iki psikoterapi önerdim. Bütün kötümserliğine rağmen bunu kabul etti. Aynı zamanda, antidepresan ilaçlar kullanmak için bir konsültasyon almasını önerdim. Buna karşı çıktı, annesinin banyo dolusu ilaçları olduğunu, bunların hiçbir işe yaramadığını dile getirdi. Yaşadığı şüpheleri anladığımı belirttim. Ama aynı zamanda biz onunla onun deneyiminden, bu deneyimin onun üzerindeki etkisinden bahsederken ilaç almasının onun daha az acı çekmesine yarayacağında ısrar ettim. Tavsiyemi kabul etti ve onu biraz olsun rahatlatan ilaçlara başladı. “En azından ayaklarımın altında sağlam bir zemin olduğunu hissediyorum”, diyordu.

          Terapi seansları kısa sürede rutin haline geldi. Sonia bana çaresiz bir acıyla dolu bir ifadeyle bakıp hiçbir şey söylemiyordu. “Nasıl hissediyorsun?”, diye sorardım. “Aynı”, diye cevap verirdi. Önceki tedavisinde yaşadığı korkunç sessizlik deneyimiyle ilgili söylediklerini hatırlayarak, uykusunu, iştahını, yorgun olup olmadığını, işin nasıl gittiğini ve haftasonunu nasıl geçirdiğini sorardım. Uygun ama kısa cevaplar verirdi. Ben ve bence o da, içerikten çok yaptığımız şeyin önemli olduğunu düşünüyorduk. Bu da boş, sessiz ve gergin bir 45 dakikanın gerginliğini azaltma çabasıydı, ve bunu beraberce yürütüyorduk. Yaşadığım deneyim, sanki çok aversiv bir şekilde geri çekilmiş bir çocukla kontak kurmak ve bu kontağı sürdürmek çabası gibiydi; ve bu çerçevede onun verdiği tepkilerin izini sürmeye çalışıyordum. Yüz ifadesi ve duruşundaki ipuçlarını izliyor, soru ve yorumlarımı, benim onunla ilgilendiğimi hissettirecek ve ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde zamanlıyordum. Aynı zamanda, konuşmasını talep etmem konusundaki isteksizliğine saygı gösteriyordum. O da benim yüz ifademe ve beden sinyallerime karşı çok duyarlıydı, ve bu yüzden de aramızda güçlü bir sözsüz iletişim oluşmuştu.

Birkaç hafta sonra, sanki bir görev gibi düzenli bir şekilde seanslara gelmeye devam ederken, ben spontan bir şekilde “aynı aynı mı?” diye sordum. Bu, ebeveynlerin tekrarlardan sıkılmalarını önlemek için çocuklarına yaptıkları şeylere benziyordu, ve onu çeşitliliğe, varyasyona çağırıyordum sanki. Aynı zamanda depresif ruh haline biraz espri katabilmek, yumuşakça oyuncu bir biçimde yaklaşmaktı. Eğer oyun başlatmanın bir yolu varsa, bunu mutlaka kullanırım. Gözlerinde hafif bir parlama oldu ve aynı ruh haline geri döndü.

Birkaç hafta sonra, Sonia kendi yorgunluğundan ve buna daha fazla dayanamadığından bahsederken, sözlerine spontan bir yorum kattı: “Bu haftasonu çalışamayacağım”, dedi. Kendi isteğiyle yaptığı bu yorum üzerine, duygularını ortaya çıkaran herhangi bir eylemi üzerine bilgi toplayabilirdik. Örneğin çok fazla haset yarattığı için gitmekten nefret ettiği bir düğün gibi, ya da onu ziyarete gelen ve beraber yemek pişirmekten keyif aldığı bir misafir gibi… Bilgi paylaşımında bulunduğumuz her saatten sonra daha fazla ümitlenmeye başlıyordum ki şunu keşfettim: Bir sonraki seansta çok kötümser ve depresif bir ruh haline dalıyordu. Bir şekilde korkuyla bu seansların gelmesini bekliyordum. Ertesi seansta ne kadar kötü bir ruh hali içinde olduğunu anlatıyordu. Kendi ses tonumu onunkine ayarlamaya çalışarak, kendisini ne kadar kötü hissettiğini ve kötümserliğini anladığımı ifade ediyordum. Eski deneyimlerinden kaynaklanan hüznünü anladığımı ifade ediyordum. Bu kötü deneyimlerin içinde, kardeşinin, annesinin ve kendisinin kötü terapi deneyimleri de vardı. Ancak kendi deneyimlerimden yola çıkarak, ömür boyu sürecek bir depresyona mahkûm olduğu görüşünü paylaşmadığımı söyledim. Onun iyileşebileceğine dair ümidimi dile getirdim. İçi boş iyimserlikle dolu sözler söylememek için, olabildiğince duyarlı olmaya çalışıyordum.

Sonia ve benim birbirimizden hoşlandığımızı hissediyordum. Aramızda, büyük olasılıkla karşılıklı idealizasyona dayanan bir bağ kurulmuştu. Ben onun, problemli ailesine ve kendisine koyduğu yüksek standartlara rağmen yeteneklerini kullanma becerisine hayranlık duyuyordum. Sanıyorum o da benim profesyonel duruşumdan, ve ona çok fazla müdahale etmeden yardım etmeye çalışmakta kurduğum dengeden hoşlanıyordu. Sonia’yla sözel iletişimim onun duygulanımıyla kısıtlıydı, sinir krizleri geçiren bir çocukla annenin iletişimi gibi. Ama kendimle olan iletişimim yaşadığımız şeyi kelimelere dökmeme yardımcı oluyordu. Burada kastettiğim, ben ona aramızda olup bittiğini algıladığım şeyleri sözel olarak ifade edemiyordum, ama kendime bunları anlatabiliyordum. Bence bana söylediği şuydu: “Söylediklerimden yola çıkarak, çok dehşet bir şekilde mutsuz olduğuma inanıyor musun? Kardeşimin, ya da annemin değil benim, diğerlerine sağlamak yerine, bakım, ilgi ve yardım almak istememi kabul ediyor musun?” Aynı zamanda bence şunu ifade etmeye çalışıyordu: “Kimse bana yardım etmiyor. Herkes çok fazla şey bekliyor. Kimse içinde olduğum bu depresif durumu etkileyemez ve etkilemek de istemiyor.” Şuna karar verdim ki, daha fazla kullanmakta olduğu sözel dil ve daha akışkan olan diyaloğumuz, lineer olmayan bir bağlılık ilişkisinin kurulduğunu gösteriyordu. Öyle anlar oluuyordu ki, Sonia’nın depresyonunun daha da kötüleştiğini farkettiğimde kendi içsel monoloğuma geri dönmek durumunda kalıyordum. Şöyle acı verici bir olasılıkla karşılaşıyordum: Ona yardım edebileceğime dair inancım temelsiz olabilirdi. Buna ek olarak, zaman zaman tedaviyi terketmekle ilgili verdiği küçük ipuçları, intihara yönelik verdiği çok daha belirgin ipuçları, bu düşünceme daha da katkıda bulunuyordu. Daha önceki deneyimlerden, sorunlu insanların şikayetlerini dinlerken kendi dengemi, hatta ruh sağlığımı korumam gerektiğini öğrenmiştim. Dinlediğim çocukluk deneyimlerinden yola çıkarak, sorunlu bir aile üyesine yardımcı olabileceğimi biliyordum. Daha depresif sürecinde, benim bu düşüncem gerçekleşmeye başladı. Burada yaşadığım şey, benim sağladığım pozitif sözsüz iletişimin olumlu bir etkisi olduğuydu. Etkin oluşumla ilgili bir ödül gibiydi. Sıradan depresif seanslarda bile, gelişen bağlanmayla ilgili küçük ipuçları ve buna ek olarak ikimizin paylaştığı ironik şakalar, beni canlandıran, aynalayan deneyim için kaynak sağladı. Ama Sonia’nın çok mutsuz, umutsuz ruh durumu onu çok sarıp sarmaladığında, onunla kurmuş olduğum bu eşgüdümlü iletişim bende de benzer ümitsizlik duygularına yol açıyordu. Benim hissettiğim şey, ailesine devamlı bakım sağlamak zorunda kalarak yaşadığı kötü ruh durumunu tamamen farketmemi istiyordu. Aynı zamanda, bana tamamen verici olan ve analitik olarak birşeyleri keşfeden bir insan olarak güvenmiyordu. Son kertede, onun duygulanımına empati göstermeye çalışan biri olarak hiç bir yetkinlik hissetmemeye başladım. Yetkin olmayan ve köşeye sıkıştırılmış bir insan olarak hissedişimin artışı, empatik dinleme duruşumda bir kırılma yarattı, ve kendi perspektifimi yeniden kurmak için kendi içimde farklı bir arayışa doğru ilerledim. Psikiyatrist ve analist olarak başarılı deneyimlerimi kendime hatırlatarak, ve onun ne kadar becerikli ve sevilebilir bir insan olduğunu düşünerek, iyimserlik için bir kaynak aramaya başladım.

Bu bir hastanın öyküsü değil. Bu bir tedavinin öyküsü. Tedavi iki insan arasında gerçekleşir. Burada iki insandan bahsediyoruz. Ona, o anda yaşadığı, ikimizin de paylaştığı çaresizlik hissini reddetmeden, ümitsizlik duygusunu paylaşmadığımı söyledim. Kendimle ilgili deneyimlerimden yola çıkarak, çaresizlik ve takdir edilmeme duygularıyla nasıl başa çıkabildiğimi farkettim. İfade ettiğim sözler, hem Sonia’yı cesaretlendirmek içindi, hem de kendime yönelikti.

Bir seans sırasında Sonia kötü bir period yaşadığını ifade etti. Acaba menstrual dönemindeydi ve bununla ilgili birşey mi ifade ediyordu diye merak ettim ve hemen direkt bir soru sormaya karar verdim. Kızardı, kikirdedi, ve hiç menstruasyon olmadığını söyledi. Kastettiği şey, hava yüzünden erken saatlerde yaptığı koşuyu gerçekleştirememiş olmasıydı. Her sabah koşması ve çok kontrollü yediği vejetaryen yemeklerle menstruasyon olmasını engelleyebildiğini ekledi. Bunları öyle bir şekilde söyledi ki, daha fazla soru duymak istemiyor gibiydi. Aramızdaki iletişimin altında yatan prensip, kötümserliğe olan yoğun bağlılığına karşı ben bir argüman geliştirip ona müdahale etmediğim sürece, ortak meselelerle ilgili birbirimize açık alanlar tanımaktı. Başka bir seansta, bir süredir yeni giysiler alamadığını ifade etti. Oysa ben onun giysilerini çok çekici ve çok farklı buluyordum. Ona bu kadar hoş bir şekilde giyinmesine şaşırdığımı ifade ettim. Geri çekildi, “babamsa çok fazla para harcadığımı söylerdi”, dedi. O anda daha fazla şey sormamı engelledi. Beni, farkında olmadan, büyük olasılıkla babasıyla karşılaştırdığına karar verdim. Daha sonra bir harcamadan bahsederken, babasının elisıkılığıyla ilgili bir soru sordum. Babasının elisıkı olmadığını, bütün eğitim masraflarını karşıladığını söyledi. Anne ve babası, kendisi oniki yaşlarındayken ayrılmışlardı. Dediğine göre babası, kendisini ziyaret etmeyen annesinden farklıydı ve her zaman sözünü tutardı. Annesinin bahanesi, psikiyatristinin, kızının hayatına çok fazla müdahale ettiğini ifade etmesiymiş. Babası ziyarete geliyordu, ama Sonia bunu çok da istemiyordu, çünkü aynı zamanda babasının eşi de gelecekti, ve onu sevmediği halde iyi davranmak zorunda kalacaktı. Annesiyle beraber, babasının eşini de ailedeki bu parçalanmayla ilgili olarak ve babasıyla hiç yalnız kalamadığı için, suçluyordu. Bir paylaşım anında sarfedilmiş olan iki cümleden bu bilgiyi aldım.

Birkaç ay sonra, profesyonel sınavlarına girebilmek için Sonia bir önceki seansı iptal etmişti. Rahat bir şekilde giyinmiş olarak geldi. Nasıl olduğumu sordu. Çok depresif ve yorgun bir şekilde gözü biryerlere daldı. Çok yorgun ve hüzünlü göründüğünü belirttim. Sınavların çok kötü geçtiğini, nasıl sonuçlar alacağını bilmediğini ve çok da umursamadığını söyledi. Bir sessizlik arasından sonra, işe geri dönmenin onu zorlayıp zorlamadığını sordum. Bir günlük izin almak istediğini, işle başa çıkamadığını söyledi. Ona, kendine bakmaya çalışmasından mutluluk duyduğumu ifade ettim. Geçen hafta, gece geç saatlere kadar çalışmasını gerektirecek şekilde, diğer insanların işlerini yüklendiğini söyledim. Sonia, yanlış bir yola saptığımda genelde yaptığı biçimde beni düzeltti. Söylediği şey şuydu:”Mesele iş değil, bu sınavlar. İşler bana bir doyum hissi yaşatıyor, sınavlara girmek böyle bir şey yaşatmıyor.” Bundan hareketle, sınavlara girmenin nasıl bir deneyim olduğunu sordum. Açık bir tavırla, altışar saatlik iki günden, karşısına çıkan sorunların tipinden ve yaşadığı mücadeleden bahsetti. Bana, çok nadir yaptığı biçimde, bir kişi olarak yönelerek ekledi:

“Bu aynen tıp sınavlarını geçmek için bütün eyaletlerin başkentlerini alfabetik sırada ezberlemeniz gibi.”

“Ooo!”

 “Çok aptalcaydı.”

“Seni frustre eden gereksiz bir egzersiz gibiydi.”

“Birçok arkadaşımı aradım, çok empatik davrandılar, ama suç benimdi. Keşke bunları daha önceden yapıp bitirseydim, ve daha önceden almış olduğum sınavları transfer etseydim. Sanki bir sopayla vurulmuş gibi hissettim. Çok aptalca. Bilmen gerekmeyen birsürü şeyi bilmek, iki gün bir odada kalmak çok anlamsız.”

“İşkenceye benziyor.”

“Hmhm”, diyerek onayladı ve gözü sessiz bir şekilde biryere takıldı. Gözünü başka bir yere dikmesini “Yanlış!” olarak yorumladım.

“Sen sopayla dövülmek gibi demiştin. Cezalandırılmış mı demek istedin?”

Benim işkence benzetmem doğru değildi, onun için onun bir sopayla dövülmek benzetmesine geri döndüm. Çok öfkeli bir şekilde patladı:

“Başka neyi ifade etymiş olabilirim ki!”

Ben biraz savunmaya geçtim:

“Kötü muamele görmüş olmak anlamına da gelebilir.”

“Evet bunların ikisi birden. Hem kötü muamele görme hem de cezalandırılma. Neye gülümsüyorsun?”

Kontrolsüz bir şekilde gülümsemiştim. Hem merakla, hem de provokatif bir şekilde bana bu soruyu sordu.

“Kızman hoşuma gidiyor. Canlanıyorsun, hareketleniyorsun, ve bir an için bile olsu kötü ruh halinden çıkıyorsun”, dedim.

“Belki de daha sık ukalalık etmeliyim!”

“Arkadaşlarınla canlı olabildiğini biliyorum.”

“Deniyorum.”

Bu noktada, birşeyleri değiş tokuş etmekten yola çıkmışken, keşfe doğru ilerliyoruz:

“Canlı olmayı deniyor musun, yoksa bazen içindeki canlılık birdenbire akmaya mı başlıyor?”

“Bazen akıyor, ama çoğu zaman denemek zorunda kalıyorum.”

Bunun ardından, bana konuyu tüketmiş olduğumuzu düşündüren bir sessizlik geldi. Artık birşeyleri o başlatabilirdi. Biraz sonra şöyle dedi:

”Annemle güzel bir deneyimim oldu. Çok şaşırtıcı birşeydi. Sınavlarda önce bana çiçek yolladı ve şans diledi. Bu hoş birşey.”

“Şaşırmışsın ve mutlusun.”

“Kimsenin beni aramasını beklemiyordum. Özellikle babama söylememiştim zaten.”

“Neden babana söylememe kararı almıştın?”

“Babam bana, ben sana kaç kere bu sınavlardan muaf olmak için başvuru yapmanı söylemiştim, diyecekti. Ben bunları duymak istemiyordum.”

“Sen kendini yeterince sopayla dövüyordun. Annen senin duygularını, babansa sana vereceği tavsiyeyi düşünüyordu”, dedim. Savunmaya geçti:

“Beni tanımaz ki. Beni terkettiğinde küçücük bir çocuktum. Bir süre sonra soracaktır.”

Aramızdaki iletişimin nasıl olduğuna dair bir örnek duymuş oldunuz. Bu seansta bir patern ortaya çıkmaya başladı. Sonia’nın duygularını ve fikirlerini ortaya koyması için, babasının elisıkılığına dair yaptığı negatif göndermeyi hatırlatıyorum, olumlu bir cümleyle bana karşılık veriyor. Aynı patern annesi için de geçerliydi. Boşanmış ebeveynlerin çocuklarının genelde gösterdiği tavırla tepki verdiğini düşündüm. Çocuk her iki ebeveyne karşı öfke taşır. Ama herbirini de koruması gerektiğini hisseder. Bir ebeveyni diğerinin eleştirilerinden korumaya çalışırken, anne ya da babaya bağlanamaması pahasına, her iki ebeveynle de işbirliğine girmesi engellenir. Daha sonra şunu öğrendim ki, kendisi için ne kadar uygun olmasa da, hem annesine hem babasına telefon etmiş ya da onları ziyaret etmişti. Bu hipotez bani başka bir soruya götürdü. Bu meseleyi o seansta ortaya koyacak mıydım, koymayacak mıydım? Meseleye o seansta girmeme kararı aldım. Bu paternleri ve anlamlarını keşfetmekle ilgili bir merakım olsa da kararımı şunun üzerine kurdum: Sonia yaptığı şeylerin ne olduğuyla ve neden olduğuyla henüz ilgili değildi ve bunları duymaya hazır değildi. O noktaya doğru ilerlediğini hissetmeye başlamıştım. Ama daha hazır olmadığı bu tür çabaların, yardımcı olmaktan çok engel oluşturacağına inanıyordum.

Sonbaharla birlikte Sonia daha depresif olmaya başladı. Bunu mevsim değişikliğine bağlıyordu. Işık tedavisinin terapötik bir etkisi olduğunu biliyordu, ama karamsar bir şekilde hiçbir şeyin yardımı olmayacağına inanıyordu. Özellikle çok depresif olduğu bir seansta, ilaçlarıyla ilgili bir soru sordum. İlaçlarını aldığını, ama hiçbir işe yaramadığını söyledi. Nörofarmakoloğu aramasını ve ilaç seçimini tekrar değerlendirmesini önerdim. Bunu reddetti ve tekrar sessizlikte oturmaya başladık. Ona bakarken gözgöze geldik. Yüzündeki acı dolu ifadeye, ben de kendi mimiklerimle tepki verdim. Yüzümdeki ifadeye gönderme yaparak “Ne?”, diye sordu. Sempati duyarak, “çok hüzünlü bir kedi yavrusuna benziyorsun”, dedim. Bu daha önce hiç kullanmadığım bir metafordu. Birkaç dakika sonra cevapladı:

“Gideceğim, ama gitmek istemiyorum.”

“Biliyorum ki annenin dolaplar dolusu ilacı var, bunlar bir işe yaramıyor ve sen bu konuda çok kötü hissediyorsun. Ve biliyorum ki sen ilaç almayı hasta olmakla ilişkilendiriyorsun ve hasta olmaktan da nefret ediyorsun. Başka bir şey var mı?”

“Doktor N.’den hoşlanmıyorum ve ona geri gitmek istemiyorum.”

“Ona gitmek zorunda değilsin. Sana başka birini önerebilirim.”

“Tamam”, dedi. Sonia’ya başka bir doktorun numarasını verdim, ona gitti ve başka bir antidepresan kullanmaya başladı.

İki hafta içinde ruh durumu tamamen değişti.

“İnanmayacaksınız, ama ben birine aşık oldum.”

“Ooo. Seni bu kadar mutlu görmek çok hoşuma gitti.”

“(Ünlü bir tenisçinin adını vererek) …..’a aşık oldum…”

Sonia tenis oynuyor ve benim de tenis oynadığımı biliyordu.

“Ann beni aradı ve biliyorum ki bu tanır tanımaz çarpılacağın bir adam, dedi. Buluşabilmemiz için bir randevu ayarladı.”

Sonia bu kişiyle tanıştırıldı ve tenisçilerin gittiği bir partiye gitti. Aynı zamanda yeni bir daireye taşındı ve burayı özenle seçilmiş nesnelerle dekore etti.

Birkaç seans sonra, başka bir sürprizi olduğunu söyledi. Bir kedi yavrusu almıştı. Kendi merakımı gidermek için, onu bir kedi yavrusuna benzettiğimi hatırlayıp hatırlamadığını sordum. “Hatırlamıyorum”, dedi. Kendi yaptığım benzetmedeki seçimimle ilgili bir şaşkınlık yaşadım. Bu şaşkılık, yaşadığım deneyimi bir meslektaşıma anlatana kadar sürdü. Bu durumu Ermerck’e anlattım. Bana, Sonia ile ilişkimin bir kedi yavrusuyla oynamaya benzediğini, benim bilinçdışı olarak bunu ifade etmiş olduğumu söyledi. Bu bakış açısı bana uymadı, çünkü hep köpeğim olmuştu ve kedi yavrularını çok az bilirdim. Ertesi gün, kızlarımdan birinin zor bir dönemden geçerken kendisi için bir kedi yavrusu istemiş olduğunu hatırladım. Ona minik, çok şirin bir kedi yavrusu almıştık. Bir taşınma sırasında evden kaçıp ölmüştü. Beni çok rahatsız eden, suçluluk ve hüzün duygularıyla dolu bir anıydı bu. Bence bu kedi yavrusuyla bağlantılı olarak yaşadığım şey, kızımın hüzünlü yüzü, kedi yavrusunun ezilmesi, ve bununla ilgili olarak hissettiğim derin önemsemeydi. Burada benim bilinçdışını nasıl tanımladığımı ve nereye koyduğumu görebiliyoruz. Bu benim farkında olmadığım, ancak içimde işleyen bir şey. Bunu farkındalığa çıkaramazsam, orada olan, işleyen bir düzeyde varoluyor, ama benim anlamlı olarak kullanabileceğim bir düzeyde varolamıyor.

Birkaç hafta sonra Sonia kedi yavrusunun sabah dörtte oynamak için kendisini uyandırdığını ve tırmıkladığını anlattı. Ayrıca, kedi yavrusunun veterinere götürüldüğünde nasıl korku içinde titrediğini anlattı. Ortalama depresif bir ruh hali içinde karşıma çıkmıştı. Ona, ilaçlarla ilgili olarak doktor H. ile bağlantıda olup olmadığını sordum. Doktor H.yi kendisinden kan testi istediğinden beri görmediğini, bu prosedürle ilgili bir çekince yaşadığını söyledi. Titreyen kediyle ilgili söylediği şeyleri hatırladım ve duygularını sordum. Sonia:

“Dokuz yaşımdan 13 yaşıma kadar bir ortodontiste gittim. Çok kötüydü. Ondan nefret ettim. Anneme gitmek istemediğimi söyledim ama beni dinlemedi.”

Onun yorumlarına ve söylediklerine ben daha fazla bir yoğunluk ve duygu katıyorum.

“Annem beni başkasına yollamazdı zaten, ve ben gittiğim kişiden nefret ediyordum.”

“Dişine yapılanlar mı canını acıtıyordu, yoksa onunla ilgili sezdiğin başka birşey mi vardı?”

“Nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Hapse girdi.”

“Niye girdi?”

“Küçük kızlara tacizde bulunduğu için.”

Söze başlayacaktım ki kesti.

“Bilmiyorum, hatırlamıyorum. Gazetenin yazdığına göre 15 kız varmış.”

Ondan sonraki seansta, daha önce bahsettiği şeye dönmek istediğimi söyledim. Ondan nefret ettiğinden başka hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Bu olayı gazeteden okuduğunda annesinin, dişçinin aletleri masanın üzerine koymak yerine göğsüne yerleştirdiğini söylediğini hatırlıyordu. Ona, değişmekte olan vücuduna bu dişçi dokunduğunda nasıl hissetmekte olduğunu sordum. Annesine bunları da anlattığını hatırlamadığını söyledi.

Bu noktada, tedavinin başından beri yaşadığımız iletişime açık olmakla ilgili zorlukla bağlantılı olarak şuna karar verdim: Kaygılı anlarda disosiye oluyordu ve kopuyordu. Daha derinlemesine girme çabama karşılık Sonia, olayları hiç hatırlamadığını söyledi. Sadece genellemeleri hatırladığını, olaylarla ilgili hiçbir sahneyi ya da imgeyi hatırlamadığını söyledi. Örneğin ortodontistiyle ergenlik öncesi dönemde nasıl hissetmiş olduğunu düşünemiyordu. Ortodontistiyle ilgili söylediklerinin benimle yaşadıklarıyla benzerlik gösterdiği sonucuna vardım. Annesinden farklı olarak, hoşlanmadığı erkek nörofarmakolog yerine, kendini güvende hissettiği kadın nörofarmakoloğa gitmesini kabul etmiştim. Anılarındaki boşluklar yüzünden, annesinin yaptıklarıyla benimkiler arasındaki bağlantıyı kurdurmam mümkün değildi.

Genelde hastalar doktor X’e geri dönmek istemediklerini söylediklerinde ben nedenini sorarım, bunu anlamaya, keşfetmeye çalışırım. Bunu kesinlikle yaparım. Ama bu vakada doktor N.’ye gitmek istemediğinde, tamam, doktor H.’ye git dedim. Bunu kabul ettim ve keşfetmeye çalışmadım. İki şey var burada: Birincisi, ilaçlarının düzene girmesini istiyordum ve bunun nasıl olacağı önemli değildi. İkincisi, başka türlüsünün işe yaramayacağını biliyordum. Böyle bir hastayla, önce meselenin halledilmesi gerekiyordu, bunun ne anlama geldiğini sonra keşfederdik. Onun zihinsel yapısını empatik olarak okuyup, sezgisel olarak yaptığım bir şeydi bu. Benim “standart” prosedürümden farklı bir şey yapmamı sağlayan, bu sezgisel bakıştı. İlişkisel analistler, standarttan bu “sapmalar” üzerinde çok dururlar. Hoffmann ve Bramberg bunlar üzerine yazıyorlar. Bu normalde yapmayı bile düşünmeyeceğim ama o anda yaptığım bir şeye örnek.

Bu aşamada Sonia geçmişteki deneyimleriyle ilgili hiçbir merak göstermedi. Hayatıyla ilgili bana anlatmak isteyebileceği şeyleri uyarmanın yükü benim üzerimdeydi. Gelişme, şu andaki hayatındaki bazı yönlerin aydınlanması ve geçmişe yönelik bazı göndermeler biçiminde oluyordu.

Zaman içinde Sonia’nın dış görünüşü daha olumlu hale geldi. Ondan sonraki seansta, uzun süredir olmadığı gibi iletişimsiz bir ruh hali içindeydi. Bundan önceki seansları gözden geçirdim ve farkına varabileceğim bir ipucu bulamadım. Yaşanan kırılmanın kaynağını bulabilmek için Sonia’ya sorular sormaya başladım. Tek heceli cevaplar bizi sessizliğe sürükledi. Cevap almak için daha fazla çabalamadım. Her zaman olduğu gibi uzun bir sessizlikten sonra pesimistik bir şekilde kendisini bırakmak yerine, daha önceki çabalamalarıma karşılık vererek doğumgünü olduğunu söyledi. Şaşkın bakışımı görünce sordu:

“Ne var?”

“Genelde doğumgünleri kutlama anlarıdır, ama sen çok hüzünlü görünüyorsun.”

“Her doğumgününü mahveden bir kardeşin olsaydı öyle düşünmezdin!”

“Sanırım öyle düşünmezdim.”

“Her doğumgünümde bir sinir krizi geçirir, ilginin benim üzerimde olmasına dayanamaz.”

“Partine mi geliyor?”

“Tabii ki.”

“Şüpheli görünüyorsun.”

“Belki sen doğumgünlerimde kardeşimle farklı birşeyler yapmayı düşünebilirdin, ama annem düşünmedi. Annem hiçbir zaman doğumgünüme gelmemesini ya da doğru düzgün davranmasını söyleyemedi.”

“Ya baban?”

“O hep çok meşguldü.”

Sonra durdu. Ben:

“Ya bugün ne yapacaksın?”

“Hiçbir şey. Kimsenin bilmesini istemiyorum.”

“Benim de mi?”

“Senin de, kimsenin de. Neye yarar ki?”

İlkönce başını eğdi, sonra kafasını kaldırdı. Ben:

“Nereye gittin?”

”Annem mutlu yıllar dilemek için aradı, ben de ‘mutlu olacak birşey yok’, dedim. Soğuk, teatral bir sesle, ‘benim hayatımın en güzel günüydü’, dedi. Anneme, ‘bu senin için iyi, ama bu durum beni etkilemiyor’, dedim. Annem, ‘mutsuzsan beni suçlama, kendi mutluluğun için sorumlu olmayı öğrenmelisin’, dedi.”

“Davetkâr ya da karşılıklı hiçbir şey yok. Sadece varolanın bir devamı.”

“Babam yine içinde çek olan bir kart yollayacak.”

“Kişisel bir bağ oluşturan hiçbir şey yok içinde.”

“Benim için bir şey almakla uğraşamaz. Zaten almak istese de ne alacağını bilmez. Doğumgünümü eşiyle kutlamamda ısrar ediyor, ama o eve gitmem ben.”

“Sennin doğumgününü kutlama arzunla ilgili duyarlılıklarının olmaması seni üzüyor.”

“Ne duyarlılığı? Annem sadece kendini düşünür, babamsa hiç düşünmez zaten. O sadece kendi rutinlerini devam ettirir.”

“Ya ben?”

“Senin yapabileceğin hiçbir şey yok. Sen benim ebeveynim değilsin.”

“En azından senin duygularına duyarlı olmaya çalışabilirim. Aynen senin işyerinde senden yardım isteyen arkadaşlarına duyarlı olduğun gibi.”

Bu klasik bir aynalama çabası. Onaylanmaya ihtiyaç duyan yönlerini aynalamak. Uzun bir aradan sonra şöyle söyledi:

“Annemle babam bu kadar duyarsızsa ben nasıl bu kadar duyarlı olabiliyorum?”

Bir soru! Merak etti! Kendilikle ilgili bir soru! Kısa bir duraklamadan sonra şöyle dedim:

“Ben de bunu merak ediyorum. Gerçekten bilmiyoruz. Bütün anıların çok savunmacı biçimde kısıtlı. Örneğin sen büyürken senin için orada olan başka insanları bilmiyoruz.”

“Başka insanlar mı? Kimse yoktu ki.”

“Evde kimse yok muydu?”

“Janet’tan başka kimse yoktu.”

“Janet mı?”

“Annemin çalışabilmesi için ev işleriyle ilgilenen hanımdı. Ben ergen olana kadar hep oradaydı. Janet önemli olmuş olabilir mi sence?”

“Mümkün.”

Duygulanımında bir değişim oldu.

“Sana söylemedim ama eski ev arkadaşım aradı ve beni eşiyle doğumgünümde yemeğe çıkarmak için ısrar etti. Doğumgünlerinden beraber nefret edeceğiz diye bir anlaşma yapmıştık.”

Burada bir ikizlik var. Kapıda Sonia’ya benim doğumgününü kutlamamın uygun olup olmadığını sordum. Kafasını salladı ve gülümsedi.

          Vakayla ilgili sorulan sorulara yanıtlar:

          Kedi benzetmesi hakkında: Bu benzetmeyi yaptığımda bilmiyordum, ama ev hayvanı olarak kedileri varmış. Kedi aslında erkek kardeşin hem arkadaşı hem de mağduruymuş. Boşanmadan sonra erkek kardeş eğer kedi olmazsa haftasonunda babasında kalmaya gitmezmiş. Her ikisinin gibi görünse de, kedi aslında kardeşininmiş, ve ona kötü davranıyormuş. Hem kedi hem Sonia erkek kardeşin sadizminin ortak kurbanı durumundaymışlar. O noktada bunların hiçbirini bilmiyordum. Bir süre sonra ne olduğunu anladığınız birşeyin içine böylesine girmek çok ilginç. Tedavi sırasında kedi her ikimiz için kabul edilebilir, ortak bir tema haline geldi. Kedi yavrusu hakkında konuşabiliyorduk. Bu kedi yavrusunun, ikimizin çocuğu mu, benim torunum mu olduğu hiç netleşmedi. Sonia benden ona yönelen çok direkt bir yumuşaklığı kabul etmiyordu, ama kedi yavrusu hakkında yaptığım yumuşak bir yorum, onun için kabul edilebilirdi. Kedi yavrusu bu çerçevede kendiliknesnesi deneyimlerine olanak sağlar hale geldi.

Bağlanma kuramı hakkında: İki çeşit güvensiz bağlanma tepkisine bakalım. Birinde çocuk annenin ayrılmasıyla ilgili farkındalığını ifade ediyor, annesi geri geldiğinde kaygılı bir şekilde anneye yöneliyor, anne ona uzanıp kucağına aldığında anneyi itiyor, annesinin şefkatli, yakın bir temas kurmasına direnç gösteriyor. Sonia’da kaygılı, dirençli tepkilere bir örnek görüyoruz. Ama bu bir yönüyle başka bir kalıp altında gizli. Bu kalıpta, anne ortada olmadığında çocuk açıkça tepki göstermiyor, anne geldiğindeyse çocuk başını çevirebilir, oyuncaklarıyla ilgilenebilir, annenin ayrılışı ve geri dönüşüyle ilgili herhangi bir farkındalığı olduğunu göstermez. Yetişkinler olarak, bu insanlar “gözardı eden” olarak adlandırılan,  duygusal olarak kendilerini uyaracak herhangi bir şeyden bahsetmeyen bir kalıp sergiliyorlar. Çocukluklarına baktığımızda iki şeyin olduğunu görüyoruz: Biri, anneleri ya da bakıcıları onları ya korkutuyor, ya onlara tepki vermiyor, ya da öfke duyuyor. Çocuk kendiliknesnesi olarak anneden ihtiyaç duyduğu yakınlığı, sıcaklığı alamıyor. Üzerinde daha az yazılan başka bir şey de, çocuğun ihtiyaçlarını tolere edemeyen, bu ihtiyaçlara cevap veremeyen anne, vermediği tepkilerle ilgili çocuğun herhangi bir protestosunu duymak da istemiyor. Mesele sadece tepkinin olmaması değil, bu tabii ki zedeleyicidir, ama aynı zamanda çocuğun protesto da edememesi. Mesaj şu: “Ben senle zaten başa çıkamam. Bunu mesele yaparsan da, senle daha da az ilgilenirim.”

Sonia bana o manada kaçınıcı gözardı etme tepkisi veriyor, “ben hiçbir olayı hatırlamıyorum”, diyor. Olayları hatırlamak için onları duygular çerçevesinde organize etmeniz gerekir. Duygular çerçevesinde geçmişi organize etmezseniz, geçmişi hatırlamazsınız, hiçbir şeye isyan etmezsiniz, sadece kendinizi berbat hissedersiniz. Eğer hasta bana, “sen bana bunu yaptın ve bu da beni mutsuz etti”, deseydi herşey daha kolay olurdu. Protesto açıksa, nerede durduğunuzu bilirsiniz.  Eğer önünüzdeki tek şey kesintisiz bir kendini kötü hissediş durumuysa, hiçbir yerden meseleyi yakalayamazsınız.

Bunun başka bir yönü de var. Çocuk kendisini korkutan ya da kendi korkan (bu örnekte, erkek çocuğun öfke patlamalarıyla terörize olmuş anne gibi) bir ebeveyne gitmeye çalıştığında, çocuğun dediği şey şu: “Anne, baba birşeyler yapın. Bu çocuk evi yıkıyor.” Ve anne şöyle diyor: “Ben de bu çocuktan korkuyorum, ne yapacağımı bilmiyorum, sen beni koru.” Çocuk kendisinebakması gereken kişiye gidemez, bu insana ihtiyaç duyduğu için kaçıp gidemez, ve bu ikilemde takılı kalır. Bir çözüm, tamamen gitmek, disosiye olmak, sadece mental olarak orada olmamak. Başka bir çözüm de tamamen disorganize olmak, kaotik olmak. Sonia’nın seçtiği yol bu değildi; tamamen organizeygi, ama disosyatifti. Biz orada otururken, Sonia bazen oradaydı, bazen de orada kimse yoktu. Bağlanma araştırmalarındaki D kategorisi budur. Kaygılı ve dirençli C kategorisinin  işaretlerini görseniz de, baskın olarak gördüğünüz kaçınıcı A kategorisidir. Mary May’in söylediği bir şey var: Her zaman gizli olan başka bir potansiyel vardır. Böyle bir vakaya bağlanma kuramını kullanarak bakmanın tamamen farklı bir yolu vardır. Bu konuya, bağlanma kuramı ile kendilik psikolojisi perspektifinin nasıl bağlantılandırılabileceğiyle ilgili birçok soru olduğu için girdim. Klinik materyal kullanılarak, bu çok hoş bir şekilde gösterilebilir.

Bağlanma türünün saptanması, sembolik düşünce düzeyinin altındaki çocuklarda, 1 yaşından itibaren, “yabancı durum” testiyle, davranış gözlenerek saptanır. Yaş ilerledikçe, aynı bağlanma kalıbının değişik versiyonlarıyla karşılaşılır. Bu versiyonlardan birinde çocuk, “kendi kaygımı doyurmak ve kendi önemsenmemişlik hissimi geçirmek için, ben annemin annesi olurum, ben ona bakarım ve olayları olabildiğince sakinleştiririm, o zaman umarım bana bakabilecek bir annem olur”, der. Sonia’nın hayatındaki temel izlek olan bu rol değiştokuşu, çocuklarda hemen başlayabilecek bir süreç. 20-26 ay arası her çocukta altruistik tepkileri görüyoruz. Eğer anne bir acı yaşıyorsa, mesela “of, parmağımı incittim”, diyorsa, küçük çocuk koşarak gelir, “öpeyim geçsin”, der, annesini rahatlatacak eylemlerde bulunur. Daha sonra çocuk anneye vurabilir, “neden beni rahatsız ediyorsun?”, diyebilir. Ama altruistik tepki evrenseldir, ve bundan bu tür çocuklardaki rol değiştokuşu doğar. 

Kedi yavrusu benzetmesi hakkında: Veterinere gitmekten korkan, titreyen kedi yavrusu, benim zihnimde potansiyel bir model sahne oldu. Bu, Sonia’nın erkek nörofizyoloğa gitme korkusu haline geldi, daha sonra Sonia’nın ortodontiste gitmekle ilgili korkusunu farkettik. Oradaki cinsel tacizi konuştuk. Kendi korkusundan bahsetmeden çok önce, o titreyen kedi yavrusundan bahsedebilmişti.

Kedi yavrusunun ikili bir amacı var. Kedi yavrusu olarak kedi yavrusu, bir çocuğun en çok sevdiği oyuncak bebeği gibi. Küçük kız der ki: “Ben mutsuz olduğumda gider bebeğimle oynarım, ve bana iyi davranılmasını istediğim şekilde ona iyi davranırım.” Bu kendiliğin bir uzantısıdır. Ama Sonia’nın söylediği, “Sana bir sürprizim var” idi. Bu bana “öyle bir noktaya geldik ki, bana yardım edildi, bu şekilde bunu ifade etmek istiyorum”, diyen bir hediyeydi. “Teşekkür ederim, kendimi daha iyi hissediyorum”, demek yerine bunu diyor. Kendini ifade etmesinin yolu bu. Kedi yavrusunu alması benimle ilişkili bir şey. O anlamda kedi yavrusu bizim. Nişanlısı için en önemli kriter de (şu anda nişanlısı var), kedi yavrularını sevip sevmediği. Eğer sevmeseydi ne olurdu bilmiyorum.

Seansta sessizlikle başetme üzerine: Seansı asla erken bitirmem. 45 dakikaysa 45 dakikadır. Birşeylere gebe sessizlikler vardır. Bunlarda bir potansiyel vardır, o noktada bekleyebilirsiniz. Sadece takılmışlığı temsil eden sessizlikler de vardır. Bu durumda birinin takılmayı aşmak için bir şey yapması gerekir. Bu  da bence benim işim. “Git, beni rahat bırak”, diyen sessizlikler vardır. Bazı insanlara bu sessizliğin anlamını açıklarım, “git, beni rahat bırak demek istiyorsun”, derim. Bazı insanlara bunu söylemem, çünkü dinlememek anlamına gelir. “Git, beni rahat bırak”, diyen biriyle konuşuyorsanız, onu dinlemediğiniz anlamına gelir. Bu karar, hastanın nerede durduğuyla ilintili. Bazı sessizlikler de çok doğrudan duygu ifadesidir. Örneğin: “Senden nefret ediyorum”, “seni seviyorum”, “çok depresifim, şu anda burada değilim”, anlamına gelebilir. Bunlar benim sezdiklerimle ilgili. Sonia’nın sessizliği bana hiçbir zaman “senden nefret ediyorum”, der gibi gelmedi. Sonia benden bence hiç nefret etmedi. “Seni seviyorum”, anlamına gelen sessizlikler de olmadı. Ama, “çok depresifim, bunun üstesinden gelemiyorum, hiçbir kontağı mümkün kılamıyorum”, diyen çok fazla sessizlik duydum. Bu durumda dayanabildiğim kadar beklerim. Epey de dayanabilirim! Ama “bunun senin için ne kadar zor olduğunun farkındayım”, demeden seansı bitirmem. Sade ve dolaysız olmaktan hoşlanıyorum. Duyguları, söylenen herşeyin merkezinde görüyorum.

Analist olarak reçete yazmak üzerine: Buna doğru ya da yanlış olarak bakmıyorum, bu benim seçimim. Ben kendimi, uzmanı olduğum şeyi yapmam için çok fazla para ödenen bir uzman olarak görüyorum. Ben terapi ve analiz alanında uzmanım. Hem terapi hem medikasyonu yapabilen kişilere de çok saygı duyuyorum. Her ay yeni çıkan ilaçlarla uğraşmak, gittikçe karmaşıklaşan yanetkilerle uğraşmaktansa, bağlanma kuramını öğrenmeyi; ilişkisel kuramlar, toplumsal cinsiyet, feminist literatür ya da yeni beyin araştırmalarıyla ilgili kitaplar okumayı tercih ederim. İlaçlarla uğraşmak istemiyorum. Bu işle uğraşmaktan çok hoşlanan, bunu da çok iyi yapan meslektaşlarım olması harika. Ayrıca yılda üç ay uzaklardayım, ve hastalarımın ben yokken ihtiyaç duyduklarında zaman zaman gidebilecekleri biri olması gerekiyor. Benim dublörüm gibi işliyor. Nörofarmakoloji uygulayan analist arkadaşlarım var, hastalarım ben yokken onlarla bağlantı kurabilirler. Seans boyunca zamanımı yanetkileri dinleyerek ve dozajı konuşarak geçirmek istemiyorum. Bunları tedavinin bağlamı içinde duymak isterim, ilaca odaklı olarak değil. Bu yüzden seçimimi bu doğrultuda yapıyorum. Bu bir lüks, çünkü hastalarımın başka birine daha gidip ilave bir harcama yapacak kadar paraları ya da sigortaları var. Herkes bunlara sahip olmadığı için, bu, hastalarımın ve benim karşılayabildiğimiz bir lüks. İlaçlarla da çok iyi olmakla gurur duyan analistler de var. Herkesin zevki başkadır.

Feministlerin kurama katkılarına dair: Bence iki şeyden bahsedilebilir: Biri, baskılama ve kurban olma temalarına daha duyarlı hale geldiğimi düşünüyorum. Bunları bireysel ailede olduğu kadar, aynı zamanda kültürel bağlamda da görmemi sağladı bu bakış. Ayrıca kendi içimde baktığım şeyler de oldu: Bu tarz yaklaşımlar benim içimde neredeydi? Örneğin bir kadınla, eşcinselle ya da zenciyle çalışırken bilinçdışı olarak hangi önyargılarım var ve bunları nasıl gösteriyorum? Bu bir yana, kadının birincil arzusunun reddedilmesi bağlamında, araöznelliğin söylediği şeylerle ilgilenmeye başladım. Feministlerin temel iddiaları, varolan baskının, kadınların arzularını erkek dolayımıyla gerçekleştirmelerinden kaynaklandığıdır. Bu da temelde kadının kendi arzusunu baskılamasından kaynaklanıyor. Bununla ilgili benim iddia ettiğim şey, güvenli bağlılıkları olan kadınların, kültür ne derse desin, kendi arzularını kapsama esneklikleri olduğu, “kültürün canı cehenneme” diyebilecek feministler haline gelebilecekleri. Baskılanmaya daha eğilimli kadınlar A ve C kategorileri, yani güvensiz ve kaygılı bağlılıkları olan kadınlar. Çünkü sadece cinsellikle bağlantılı değil, baskılanma ve baskılama teması hayatlarının içinde var zaten. Bu onların bağlanma tiplerinin bir özelliğidir.

Baskılanma ve baskılama temasının, özellikle toplumsal cinsiyet bağlamında nasıl ortaya çıktığı, ergenlerde bakmanız gereken önemli bir konu. Herkesin bununla ilgili bir tarihi var. Benim tarihimde, ailemdeki en zeki, en parlak insan anneannemdi. Anneannemin iki kızı hakkında, ki bunlardan biri annemdi, söyleyecek sadece olumsuz şeyleri varken, bana bakıp, “ailede doktor olacak olan bu oğlan”, derdi. Kendisinin olmak istediği buydu. Ailesi o dönemde, yüzyılın başında, tıp okumasına izin vermemişti. Tıbbi bir  kütüphanesi vardı, John Hoppkins üniversitesinden hocalarla okumalar yapardı, ve ailenin en hoş değilse de en zeki ve parlak kişisiydi. En hoşu benim dedemdi. Onun ticari zakâsı sayesinde, anneannem istediği her şeyi yapabiliyordu. Yani, kendi kültürümden gelen, kadınlar, erkekler ve herşeyle ilgili birçok tutumum var. Ve ben kişisel olarak herkesten aldığım iyi özellikleri biraraya getirmeye çalıştım. O literatürü bilmenin hepimiz adına önemli olduğunu düşünüyorum.

Hastanın duygulanımını adlandırmanın önemine dair: Kelimeleri seçtiğimizde, kelimeler, içlerinde gördüğümüzden daha çok şeyler taşıyorlar. Benden süpervizyon alan biri analitik vakalarından birinden bahsediyordu. Kendi hastalarından birinde olup biten birşeyi anlamadığını düşünüyordum. Aklıma gelen, bu hastanın birşey ifade etmeye çalıştığı, ama hareketlerinin söyledikleriyle uyumlu olmadığıydı. Birşeyleri söylüyor olması birşeyi değiştirmiyordu. Sözlerinin sonuçlarından kaçınıyordu. “Hastan kaçınıyor”, dedim. Bununla ilgili birşey yapması, söylemesi, ya da farketmesi gerekiyordu, ama bunun sonuçlarından kaçınıyordu. İkimiz de farkettik ki, süpervizyon alan kişi kaçınıyordu. Böylece ilginç biçimde süpervizyon alan kişi, yapmaması gereken birşey yaptı: Hastaya geri döndü ve seans içinde uygun olduğunu düşündüğü bir zamanda “Bana şunları söylemiştin, ama bence bunun sonuçlarından kaçınıyorsun”, dedi. Çok iyi bir hastaydı. Ertesi gün geri geldi, “Dün kaçınmamla ilgili ne söylediğini hatırlıyor musun?”, diye sordu ve seans sırasında “kaçınıyordum”, “kaçıyordum” gibi farklı metaforlar kullanarak dört farklı öykü anlattı. Seans sırasında bu olgunun nasıl ortaya çıktığını gösteren örneklerden bahsetti. Bu, farkında olmadığı birçok şeyin farkına varmasını sağladı. Bazen doğru bir tanım yakaladığınızda, bu, çağrışımları harekete geçirir. Bunu söylerken böyle olacağını bilmezsiniz. Ben bunu o kadar uzun zamandır yapıyorum ki, insanları birşeyleri görmesine yardımcı olacak imge ve kelimeleri bulabiliyorum. Bir şeyin sadece gözünüzün önünde olması yeterli değil. Metaforik olarak işe yarayacak bir tanımlayıcı bulursanız, iyi şeyler olur.

Size anlatmakta olduğum şey, iletişimin mikro analizi. Kendilik psikolojisindeki büyük resmin bir parçasını size vermiştim. Başka insanlardan bundan daha iyisini duymuşsunuzdur. Benim yaptığım, bunları çalıştığım zemin olarak almak. Ondan sonra, hastayı daha spesifik bir düzeyde anlamak için bunlarla oynuyorum. Bunları her dakikaya indirgiyorum. Daha sonra dönüp, bunları nasıl kullanabilirim diye soruyorum. On prensibin ortaya çıkışı, süpervizyon alan kişilere tekrar tekrar aynı şeyleri söylediğimi farketmemle oldu. “Bu hastanın perspektifinden çok iyi bir yorumdu. Daha sonra da kendi perspektifinden iyi bir gözlem yapmışsın”, diyordum. “Evet, materyaldeki temel duygu bu. Materyalde çok yoğun utanç duyguları var. Ama hastanın aramakta olduğu şey nedir?”, diye soruyordum. Bunlar insanlara öğretirken yazmaya başladım. Sonra Frank ve ben bunlarla oynayıp organize ettik, onlu listeyi oluşturduk. Bunlar andan doğdu, an üzerine empoze edilmedi. Yapmaya çalıştığım şey, geniş teoriden yola çıkarak, hastamla benim aramda, ya da süpervizyon alan kişi ile onun hastası arasında, an be an olup bitene gitmekti. Bu materyali size verirken, zamandaki en küçük birimlerden bahsediyorum. Bunlar üstüste binerek tedavinin sürecini oluşturur. Şurada bir kelime, burada bir kelime, unutulabilir ya da çok önemli olabilir. Herhangi bir sahne bir kerelik olabilir (mesela, “kedimi veterinere götürürken titriyordu”), ya da diğer sahnelerle bağlantılı olarak merkezi bir önemi olabilir, ve sizin meseleyi nasıl anladığınızı etkileyebilir. Bence hepimiz zaten böyle çalışıyoruz. Bence ben, merakımla bağlantılı olarak, nasıl çalıştığımı görmeye çalışıyorum, arkaplandan bütün bunları çekip çıkarıyorum ve spesifikleştiriyorum. Böylece ne yaptığımı biliyorum ve diğer insanların ne yaptıklarını anlamalarına yardımcı olabiliyorum.

Bu işteki en ilginç meselelerden biri, bugünlerde kendilik psikolojisinde gündeme gelen, değişik kişilerin asıl tedavi edici faktör olarak neyi gördükleri meselesi. Kabaca, bir grup ilişkiyi vurguluyor, diğer bir grup ise, daha geleneksel bir bakış açısıyla, yorumu. Bunu uçlara taşırsak, bir uçta Freud gibi içgörü üzerinde duranlar, diğer uçta ilişki üzerinde duranlar var. mesela Shane’ler şöyle diyor: “Tedavi sürecinde, yeniden inşa edilen eski bir ilişkiden, hastanın sizinle yeni bir ilişki kurma ihtimali gördüğü anlara, oradan da hastanın yeni durumlarda eski tepkileri üretmediği, yeni duruma uygun yeni tepkiler geliştirdiği anlara gelinir.”

Okul danışmanlığında kendilik psikolojisinin kullanımıyla ilgili: Psikanaliz – psikoterapi ile danışmanlık arasındaki ortak temel öge, algının empatik modunu kullanarak, yapmanız gereken girişi sağlamanızdır. Bu olmadan, sadece bilge bir ebeveyn olursunuz. Meseleyi danışmanlık yaptığınız kişinin perspektifinden görmeniz gerekir. Daha sonra, bu motivasyonla ilgili değer ve inançları karşınızdaki kişinin perspektifinden tartışabilirsiniz. Bu çerçevede, kendilik – kendiliknesnesi matrisi içinde algılanırsınız. Bu perspektiften bir tartışma, kişinin, kendisi için daha iyi olacağını düşündüğünüz seçimlere doğru hareket etmesini sağlar. Bunun yorumla bir alakası yoktur.

Çok adil davranmadıysam da, burada size ilişkisel görüşten bahsettim. Benim görüşüm ise, içerisinde bir keşif süreci başlatabileceğim bir yapı olmasının gerekliliği. Benim büyülü sözcüğüm bu: Keşif! Sonia ile tek yaptığım şey, bunu olası kılmaktı. Sürecin, ilişkisel olarak ona yardımcı olan bir süreç olması muhteşem birşey tabii ki. Yardımcı olması gerekli de. Bu gerçek. Bu yoksa, keşif de olmaz. Onun merakı olmasa, keşif de olmaz. Ben size, bir analizin, kendi içinde analizin öğelerini de içeren öncüllerini verdim.

Başka bir açıdan bakalım: Diyelim ki ilk birkaç görüşmeden sonra Sonia nörofarmakoloğa gitmeyi kabul etti, Dr. N.’ye gitti, geri geldi ve “Kendimi iyi hissediyorum, artık depresyonda değilim, hep istediğim zaten buydu, hadi Allahaısmarladık!”, dedi. Burada bir ilişkiye ihtiyacınız yok. Bir şey keşfetmenize de gerek yok. Biyolojik bir tedaviniz var. Kişide bir değişim yok, durumlarla daha iyi başa çıkma becerisi yok, kötü giden ilişkileriyle ilgili içsel bir farkındalık yok. Neden bütün kız arkadaşları evleniyorken, kendisi gibi çekici bir kızın sadece trajik bir ilişkisi olduğunu anlamayacak. Eğitim alırken ona aşık olan bir sürü erkek olduğunu, kendisinin onlardan hiçbirini istemediğini anlatıyor, “bütün erkekler berbattır”, diyordu. Bunun ne olduğunu bilmeyecekti.

İfade etmeye çalıştığım şey, yaptığınız iş, kişinin kendiyle ilgili farkındalığı arttıkça ortaya çıkan değişimi etkilemek. İncelenmemiş bir hayat, incelenmiş bir hayattan daha az bir hayattır. Benim işim, kişilerin hayatlarını incelemelerine yardımcı olmaktır. İlişki – biyoloji – yorum – içgörü spektrumunda nerede durduğumu sorarsanız, başarılı bir keşif yapmak için nerede durmam gerekiyorsa orada durabilirim. Yeni yazmakta olduğumuz kitabın adı “Keşif Ruhu: Psikanalizde İletişim”. Dinlediğiniz, kitaptaki bölümlerden birinden bir parçaydı. Keşif ruhu, Sonia ile iletişime geçtiğim ilk andan itibaren vardı. Ama karşılıklı olarak varolan bir ruh değildi bu. Ruh bendeydi. Beraberce büyüttük. Bu, başta ilişki değildi. İlişkiyi geliştirdik, ve paylaşabileceğimiz keşif ruhunu geliştirmemiz için de bunu yapmamız kesinlikle gerekiyordu. Bir analizdeki en önemli kendiliknesnesi deneyimi nedir? Bu, karşılıklı bir keşif ruhunun geliştirilmesi ve paylaşılan bir ilgi, etkinlik ve yetkinlik hissidir. Kitabı okurken bir sonraki sayfada ne olduğunu merak ediyor musunuz? Sonraki bölümü merak ediyor musunuz? Kahramanı sevseniz de, nefret de etseniz, ne diyeceğini merak ediyor musunuz? Oraya takılıp kalırsınız. Bizim sattığımız şey bağımlılıktır. Umuyorum ki, doğru türden bir bağımlılık… Birinin aradığı birşeyi satıyoruz, bu da bağımlılıktır. “Değişimi yaratan nedir?”, diye sorduğunuzda benim aklıma gele

JOSEPH LICHTENBERG     3 – 4 HAZIRAN 2001  SEMİNERİ

3 Haziran 2001

          Adım Joseph Lichtenberg. Amerikalı bir psikanalistim. Özellikle bebek araştırmaları ve bebek gelişimiyle ilgileniyorum. Bugünkü planım size kendilik psikolojisiyle ilgili çok temel fikirlerden, sonra kendi katkılarımdan bahsetmek ve size, gelişimle ilgili bazı noktaları netleştirecek bebek araştırması kasetleri göstermek. Bu sabah geleceğimiz son nokta sanırım bu olacak. Bu öğledensonra, bu fikirleri nasıl tedaviye uygulayabileceğimiz üzerinde duracağız ve teknikle bağlantılı, ben ve meslektaşlarım Lachmann ve Jim Fosshage’nin formüle etmiş olduğumuz  ilkelerden bahsedeceğim. Makalelerim elinizde sanıyorum. Kafanızda cevaplamaktan mutlu olacağım birçok soru olabilir.

          Paul ve Anna Ornstein’i, ve Rene ve Alan Siegel’ı burada misafir etme şansına sahip oldunuz. Onlar size Kohut’un başlıca katkılarıyla ilgili bilgi verdiler. Ben bundan daha ileriye gideceğim. Ama bu noktada, bence Kohut’un başlıca katkılarının neler olduğunu ben de paylaşmak istiyorum.

Ben bu meseleyi, kendine kendilik psikoloğu diyen herkesin düşünce sistematiğine katması gereken dört temel fikre indirgedim. Bunlardan ilki, id – ego – süperego yapısal sistematiğinin yerine geçen üniter bir kendilik kavramı. Üniter kendilik, ideal şeklinde kohezyon içinde, enerji dolu, ve ötekilerle tamamen ilişki içine girme yetisindedir. Bu kendilik kavramıdır, ve kendilik psikolojisi buradan doğmuştur.

İkincisi, teoriyi deneyime olabildiğince yakın kılmak, yani makine gibi bir zihin, ya da işlevsel olan yapılar gibi soyutlamalar kurmamak, bunlardan kaçınmaktır.

Üçüncüsü, empatinin, kişinin kendi dikkatini ötekinin perspektifine yerleştirebilmesinin, merkezi önemidir. Eğer bir anne ağlamakta olan bebeğiyle ilişki içindeyse, bir perspektif “Niye ağlıyor? Beni rahatsız ediyor. Çok yorgunum zaten. Onunla uğraşmak istemiyorum.”dur. Bu kendiliğin perspektifidir, ötekinin perspektifi değildir. Ötekinin perspektifinden bakınca, “Bana ne söylemeye çalışıyor?”, diye düşünürüz. “Acaba aç mı, üşüyor mu? Titrediğini görüyorum, demek ki üşüyor.” Bu ötekinin perspektifidir. Empati fikri iki önemli biçimde kullanılır: İlk olarak gelişim açısından önemlidir. Kişilerin tedavi sonucunda daha fazla gelişmelerini sağlamak açısından da anahtar görevi görür. Bu ikisi örtüşürler: Gelişimi destekleyen, ve hastalıktan iyileşmeyi teşvik eden.

Dördüncüsü, bir kişinin bir diğerinin kohezyonunu sağlamada oynadığı rolün yarattığı üç çeşit yaşantıdır: Aynalanma, ikizlik ve idealizasyon. Bir kişinin diğerine yardımcı olmasını sağlayan empatisini kullanma biçimi nedir? Yaptığımız şeylerden biri, ötekinin tepkilerinin belirli yönlerini onaylamak, yani aynalamaktır. Eğer iki aylık bebeği gülümserse, ve bebeğinin suratında bu çok şirin gülümsemeyi gören anne çok kötü biçimde depresyondaysa, ve bu gülümsemeye boş bir yüzle bakmak dışında tepki gösteremiyorsa, annenin vermesi gereken tepki ortaya çıkmaz. Bebeğin gülümsemesi bir karşılık görmez. Ama anne tepki verebiliyorsa, “Tanrım, bebeğim gülümsüyor!”, diyebiliyorsa, bebek sadece sözel değil, duygusal bir onaylama alır. Bir parantez: Ya bebek körse ve annenin gülümsemesini göremiyorsa? Bebek gülümsemeyi kaybeder. Kör insanların ifadesiz yüzleri vardır, ve garip hareketler yaparlar. Deneycilerin bulduğu, kör bebek güldüğünde anne bebeğin yanağına dokunur ve görsel yerine dokunsal tepki verirse, gülümsemenin bebeğin yüzünde kaldığıdır, çünkü tepkiler cross-modaldir. Beyin dokunmayı, kokuyu, görüşü, duymayı, dokunmayı bir bütün olarak algılar. Bebek onaylayıcı bir tepkinin varlığını bildiği sürece, hepsi birdir. İkizlik, bebeğin anneye bakıp “benim duygularım ve birşeye bakışım anneminkilerle aynı. Benzer duygu ve düşünceleri paylaşıyoruz”, demesidir. Bu da onaylamanın başka bir biçimidir. Sonuncusu ise bebeğin “benim annem ve babam muhteşem şeyler yapabilirler. Bunları yapabilen bir babam olması bana iyi hissettiriyor”, demesidir.  Bütün bu aynalama, ikizlik ve idealizasyon, empatik bir ortamın bir kişiden diğerine iletilme araçlarıdır. Kohut’a göre kohesiv bir kendiliği mümkün kılan temel taşlar bunlardır. Bu noktadan bir eksiklik teorisi geliştirdi. Bunların olmadığı, eksik olduğu, ortaya çıkmadığı durumda sonuç gelişimsel bir eksikliktir.

Bence bunlar, kendilik psikolojisinin üzerine kurulduğu temel fikirlerdir. O noktadan beri olanlara bakarsak, kendilik psikolojisi içinde bir grubun şunu savunduğunu görürüz: Bütün kendilik psikolojisi budur, ve bütün kendilik psikolojisi bu noktadan hareket ederek gelişir. Tedavideki ana odak her zaman kendilik – kendilik nesnesi matrisidir. Eğer bir kişi kendiliknesnesi olarak hareket edebilirse, yani diğer bir kişinin kendiliknesnesi ihtiyaçlarını giderirse, gelişim ilerler, tedavi ilerler. Eğer kendiliknesnesi olamıyorsa, empatik bir başarısızlık oluşur, bir kopuş meydana gelir, ve restorasyona gerek duyulur. Tedavi budur. Ornsteinler’den ve Siegel’lardan duyduklarınızın bence özeti budur. Bunların hiçbirine itirazım yok. Benim fikirlerim bunlara ektir. Meslektaşlarım ve ben, “güdülenme sistemleri teorisi” adında bir teori geliştirdik. Stolorow, Atwood, Orange ve Brandchaft da araöznellik kuramını geliştirdiler. Bu iki kuram tamamen uyumludur. Kendilik psikolojisi içindeki tek tartışma, bu eklerin önemli olup olmadığı noktasındadır. Tabii ki ben bunların önemli olduğunu düşünüyorum.

  Bir iki dakika kasetimize bakalım, daha sonra güdülenme sistemlerimize döneceğiz. Size iki kaset göstereceğim. İlki çok sorunlu bir anne – çocuk ilişkisini gösteriyor. Bu bir araştırma kaseti. Bir grup ilk bebeğine sahip olan, başka hiçbir kaynağı olmadığı için bir Katolik evine giden ergen anneye, iki yıl boyunca orada kalabilecekleri ve bebeklerini büyütebilecekleri söylenmişti. Okula gitmek ve o mekânın kurallarına uymak zorundaydılar. Bir grup psikanaliste, incelemek için oradaki kişilerle çalışabilecekleri söylendi. Annelere, orada oldukları süre boyunca, düzenli olarak bebekleriyle birlikte kaydedilecekleri, ve ayrıldıklarında kasetlerin hediye olarak onlara verileceği, böylece ellerinde kalıcı bir kayıt olacağı söylendi. Tabii ki kasetlerde olabildiğince iyi görünecekleri, giyinip kuşanacakları, ve olabildiğince en iyi davranışlarını sergileyecekleri beklenirdi. Herşey değil, bebeğin beslenmesi, yıkanması, ve oyun süreci gibi belirli durumlar kayda alındı.

Bu kaset bana şaşırtmacalı bir test olarak gösterildi. Önce beslenme aşaması gösterildi ve bakıp değerlendirmem istendi. Annenin ilgili olduğunu, bebeğe baktığını, bebeğin güçlü bir emme refleksi olduğunu, bebeğin anneye baktığını (ki bu çok olumlu bir şey), ve bu beslenme sürecinde hiçbir sorun görmediğimi söyledim. Ama bir sorun var. Bir ay sonraki ikinci besleme sürecine bakalım. Bebek anneye hiç bakmıyor. Burada bir patoloji var. Öyle bir noktaya gelmişler ki, bebek anneden uzağa doğru bakıyor; arada hiçbir ilişki kalmamış. Annede dikkat çeken, hiç ses olmaması. İlk beslemede patolojik olan, detaylara girince görülüyor. Sır annenin elinde: Bebeği tutmuyor, el boşta ve gevşek. Şişeyi uzatmak için tutmak zorunda, ama bir bebeği tutarken doğal olarak kendinize doğru çekişiniz yok bu hanımda. Bebeğe bakar gibi görünüyor, ama baktığı şey bebek değil biberon. Çünkü ona biberondaki süt belli bir noktaya gelince durup bebeğe gaz çıkarttırması söylenmiş, o da görev gibi biberona bakıyor. İlk yıkanma sürecini göstermeden beslenmeyle başladım. Yıkanma sürecini gösterseydim, ne olduğunu anlayacaktınız. Şimdi, aynı gün çekilen ilk yıkanma sürecine bakalım. Bebek sürekli ağlıyor, ve anne bunu bir sinyal olarak algılamıyor. Araştırmacılar buna “araba yıkama” adını veriyorlar. Sanki bebeğini değil, bir nesneyi yıkıyor gibi. Daha sonra size bu ikiliyle ilgili başka bir şey göstereceğim.  Sık sık duyduğum bir soru var: Neden bu annelere müdahale edilmedi, onlara birşey öğretilmedi? İnsanlar onlara nasıl bebek yıkanacağını göstermek düzeyinde müdahale edebilirdi. Sorunlu, 16 yaşında bir anneye “işte bebek böyle yıkanır” diyerek onu duygusal olarak ilişkiye giren, empatik bir anneye dönüştüremezsiniz. Ona zaten sevecen rahibeler yardımcı olmaya çalışıyorlar. Eğer bu hanım orada olmasaydı neler olabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Çocuğu dövüyor, içki içiyor, uyuşturucu kullanıyor olabilirdi. Erkekler eve geliyor olabilirdi…

Çoğu çocukla karşılaştırıldığında Cara hareketsiz, depresif, annesinden fazla kameramanla ilgilenen, şu anda bile patolojisi olan bir çocuk. Annesini o yaşta hayal etmeye çalışın. Sesi çıkmıyor, iletişim içinde değil, yüzünde bir ifade yok… Hüzünlü, küçük bir kız… Annesi onun ilgisini çekmeye çalışıyor, anneye söylenmiş, “oyun budur, böyle yaparsın”, o da elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor. Bebeğini en güzel şekilde giydirmiş. Bakıcılık yapmaya çalışıyor, ama bir nesneye. Daha sonra göreceğimiz şey, bir noktada ikisi biraraya geliyorlar, bebek anneye bakıp elindeki tatlıyı alıyor, annesinin de bir ısırık istediğini farkediyor, ve annesine bir ısırık veriyor. Onların iletişim içinde oldukları en iyi an bu.

Şimdi başka bir bebeği göreceğiz. Cathy anne babasıyla bir evde büyüyor, ve onların ilk çocuğu. Anne, 20’li yaşlarının sonlarında, olgun bir hanım, yani ergen değil. Bebek iki haftalık. Çok tatlı bir şekilde uyuyor. Babası konuşuyor. Büyüdüğünde de bu anı unutmayacak bebek. Kameraman babası. Akşam 10:35. Anne bebeğin yaptığı her şeyi adlandırıyor, bu aynalama. Anne bebeğin gözlerini yakaladı, ve aynı şeyi söyleyip duruyor. Tepkileri görüyorsunuz.

(Banyo sırasında) Annenin bebeği ne kadar desteklediğini görüyorsunuz, çocuğu banyonun içine bırakmıyor. Bebek şimdi on haftalık.

Daha sonraki bir besleme aşamasını göstermek istiyorum. Bu bebeğin çevresinde devamlı sesler var, insan sesleri, arkaplan sesleri, müzik. Hep aynı müzikle uyutuluyor. Çevresiyle çok ilgili, keşfetmeye çalışan bir bebek.

Bir başka beslenme sahnesinde, bebek mama sandalyesine oturmuş. Annesi kaşıkla kendisini besleyebilsin diye ellerini kaldırıyor. Kaşık gider gitmez eller ne yapmak istiyorsa onu yapıyor. Daha sonra, bir sonraki lokma için hazırlanıyor. Dans gibi bir koreografi var burada. Anne bebeğin yaşantısını, “ne kadar lezzetli” der gibi dillendiriyor… “Hazır değilim”, diyor, annesi de kaşığı geri çekiyor… Bekliyor… Tekrar deniyor, çocuk hala hazır değil… Şimdi hazır… Baba da konuşuyor ve bebek babaya doğru bakıyor. Şimdi yedi haftalık.

Seyretmenizi istediğim şey şu: Bu ailenin ne kadar uyum içinde olduğunu görüyorsunuz. Anne, baba ve bebek ilişki içinde, beraber hareket ediyorlar. Baba müdahale etmiyor, bebeği kendi tarafına çekip “bu benim bebeğim” demiyor. Anne her davranışa duyarlı, bütün sinyalleri algılıyor. Bebek de annenin sinyallerine karşı duyarlı. İyi kurulmuş ve zengin, sözsüz bir iletişim içindeler. Bu iletişim aynı zamanda dillendiriliyor da. Ama bu iletişimi taşıyan şey sözler değil eylem, yüzlere bakış. Bu kırılmaya uğratıldığında ne oluyor? Bunu size gösterme sebebim, mini bir kırılmayı gösteren güzel bir bölüm olması. Bu noktada anne ve baba karşılıklı bir konuşmaya girdiklerinde bebeğin tepkilerine dikkat edin. Baba, “yeni evimize taşındık ve bence muhteşem”, diyor. Anne diyor ki, “bence o kadar muhteşem değil”. Baba: “Sen sarkastik olmaya başladın”. Anne babaya dönüyor ve sert bir şekilde bakıyor. Gördüğümüz şey, birbirleriyle iletişim içindeler ve dikkatlerini bebekten uzaklaştırmışlar. Cathy’ye aynalanmanın durduğu aşamada ne olduğuna bakacağız. Gözleri kapanıyor, yüzü aşağı dönüyor, depresif bir ifade alıyor. Bu depresyon değil, bir hüzün anı. Bu noktada sistemin ne kadar duyarlı olduğunu görüyoruz. İyi bir bağlanma deneyimi o kadar duyarlıdır ki, küçücük bir kırılma anı dahi ruh halini tamamen değiştirir. Ve tekrar ona döndüklerinde, Cathy tekrar Cathy gibi davranmaya başlıyor. Bence bu mini bir kırılmaya en iyi örneklerden biri.

Hastalarımızlayken, eğer empati içindeysek bir canlılık görürüz. Eğer hastamız onunla bağlantı içinde olmadığımızı hissederse, mesela “birini aramam gerekiyordu, unuttum”, diye düşünüyorsak, ya da “bunu duymaktan bıktım, birdaha duymak istemiyorum”, diye aklımızdan geçiriyorsak, bir değişim yaratıyoruz. Bu da ötekinin kendiliğinin doğasını değiştiriyor. Bunları gözlemleyerek, hastanın farkedilme deneyimi yaşamasına yardımcı olacak yaşantılar yaratıyoruz.

Bebek kasetlerini izlemek, olup bitenlerle ilgili bir duyarlılık geliştirmemize yardımcı oluyor. Size bu kayıtları kontrastı göstermek için izlettim. Söylemeliyim ki, bunları bir grup klasik analiste göstermiştim. Önce ikinci kaseti gösterdim ve herşeyi patolojik buldular. Bu sıradan ve iyi şeyde birsürü patoloji buldular! Klasik analist olmuş biri olarak, onları anlıyorum!

 Bu iki bebeği gördüğünüzde, burada olan en temel şeyin, bebeğin bir ilişki kurmakla ilgili çabası olduğunu, ya da annenin bebeğiyle ilişki kurmak için gösterdiği çaba olduğunu görüyoruz. Genelde bu doğrudur. Ama herhangi bir anı aldığımızda, o ilişkinin oluşması için annenin empati göstermesini gerektiren motivasyon nedir? Bu cümleyi tekrarlayacağım çünkü önemli bir cümle bu . Eğer bütün beraber oldukları anlarda anne ve bebek işleyen bir ilişki geliştirmek için çalışıyorlarsa, bunun doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama herhangi bir anda aktif olan, o iletişimin en başarılı bir şekilde gerçekleşmesi için anne ve bebeğin duyarlı olması gereken güdüler nelerdir?

 Eğer sadece ilişki kurmaktan bahsetseydik, doğru olmayan ve yetersiz bir cümle olurdu bu. İlk olarak anne, bebeğin fizyolojik ihtiyaçlarına karşı duyarlı olmalıdır, onlarla ilgilenmelidir. Eğer bebeğin herhangi bir andaki motivasyonu açlıkla başa çıkmaksa, susuzluksa, sıcaklıkla, ısınmayla ilgili bir ihtiyaçsa, aktif olmakla ilgili bir ihtiyaçsa, dokunulmakla ilgili bir ihtiyaçsa, bütün dengenin yerinde olmasıysa ihtiyacı, burnunun temizlenmesiyse, ya da diğer sağlıkla ilgili ihtiyaçlarıyla başa çıkılmasıysa, yoğunlaşılması gereken güdü budur. Eğer hastanız size bir hastalıkla geliyorsa, üşütmüşse soğuk algınlığı varsa, ve bunun üzerine konuşmayalım sadece ilişkisel meseleler üzerine konuşalım diyorsanız, hastanız anlaşılmış hissetmeyecektir. Ve bu yüzden bizim üzerinde durduğumuz nokta, kendilik – kendiliknesnesi  matrisinde olup bitenleri genişletmemiz gerektiğidir. Her anda potansiyel olarak varolan bütün güdüleri katacak şekilde bu bakışımızı genişletmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bizim güdülenme sistemleriyle ilgili en temel öncülümüz bu, bunun üzerinde hareket ediyoruz. Yaptığımız şey, 24 saati kapsayacak bir şekilde bebekle anne arasındaki iletişimdeki her anı alarak, her ana baskın olan en temel güdünün ne olduğunu anlamaya çalıştık. Doyurulmak mı, kucağa alınıp konuşulmak mı, annenin ihtyaçları içine sıkışıp kalmadan, yani anneyle ilişkiden bir tatil zamanı gibi hiçbir müdahale olmadan çevreyi keşif mi, birşeyi sevmediğini  ifade edebilmesi mi bebeğin ihtiyacı? İlk banyo aşamasında gördüğümüz bir şey vardı, bebek  bu işten hoşlanmıyorum demek için herşeyi yapıyordu. Ağlıyordu ama hiçbir tepki alamadı, sonra bağırmaya başladı. Daha sonraki aşamada sadece tutulmak, sevilmek, öpülmek istiyor bebek ve bizim söylediğimiz şey, bütün bu anları alabiliriz ve bütün bu motivasyonları anlarla bağlantılı olarak katagorize edebiliriz. Ve beş tane motivasyon grubu şekillendirebiliriz. 

Beş’le ilgili büyüsel bir anlam yok. Yeni bir Tevrat icat etmekle suçlandım. Altıncı bir motivasyon gösterilirse ben mutlu olurum. Bu  sınıflandırmayı yaptığımda, 1980’lerin ortasında,  bir altıncısının olduğuna ikna edilmeye çok açıktım, ama daha böyle bir şey  olmadı.  Bizim buradaki üzerinde durduğumuz nokta, kendilik psikolojisinin genişletilmesidir. Kohut bize motivasyonla ilgili üniter bir teori bıraktı. Kendilikle ilgili bir kohezyon oluşturmakla ilgili bir yönelimimiz olduğunu söyledi Kohut bize, yani Kohut’un güdülenme teorisi buydu.  Kendilik üzerine yoğunlaştı, dürtülerden uzaklaştı. Bence bu doğru ama yetersiz. Sadece bununla çalışamayız. Herhangi bir anda hangi noktada durduğumuzu söylemiyor bu kuram.  Çok soyut. Çok genel. Anlık deneyimlere gidebilmemiz için, daha geniş ama aynı zamanda daha sipesifik bir  güdülenme kavramına ihtiyacımız var. Bizim hissettiğimiz, bu beş güdülenme sisteminin bu kadar sipesifik bir bakışı dile getirdiği, yani bu kuram çerçevesinde herhangi bir anda hangi  güdünün dominant olduğunu söyleyebildiğimiz. Hastanız size geliyorsa  ve size bir öykü anlatıyorsa, “işimde çok kötü zamanlar yaşıyorum, bazı meseleleri anlamaya çalışıyorum ama sonuca daha varamadım, süpervizörüme gittim, ama istediğim cevapları alamadım, ve o zamandan beri de mücadele edip duruyorum, uyuyamıyorum, sabah uyandım ve zihnimde yarı şekillenmiş bir cevap vardı, daha iyi hissettim. Ama hala dertliyim, ve bununla başa çıkamadığım için ne kadar kaygılı hissettiğimi biliyorsunuz”, diyorsa; bu öyküden üzerine konuşulacak neyi seçerdiniz? İlişkiye tamamen takılmış olan çoğu insan, “süpervizörün sana yardımcı olamayınca neler hissettin?”, der. Bu uygundur, bir anlamı vardır, ama buradaki baskın olan güdü “süpervizörümle nasıl daha iyi iletişim kurarım” değildir. Buradaki dominant olan motivasyon, kişinin birşeyi çözme sürecinde başarısız olduğu zaman yaşadığı frustrasyondur. Ben bunun, bir insanın bir problemi çözemediği zaman yaşadığı kaygının, patolojik olduğunu ya da bir problem olduğunu düşünmüyorum. Kişinin söylediği şey şu: “Bir problemi çözemediğim zaman nekadar kaygılı hissettiğimi biliyorsunuz.” Bence asıl anlaşılması gereken nokta budur. Buradan hareket etmek gerekir. Şimdi uydurduğum için bu öyküyü, cevabın ne olduğunu bilmiyorum, ama uydurduğum bir öykü olduğu için, cevabın ne olduğunu da uydurabilirim sanırım. Bu kişinin problem çözmekle ilgili öyle yüksek beklentileri var ki, aşağılanmış ve utanç içinde hissediyor o problemi çözemediğinde. Bence bu, burda varolan dominant motivasyonu keşfetmek, “burada muhakkak ilişkisel bir problem vardır ve ben bunu keşfetmeliyim” varsayımına saplanmamaktır. Güdülenmeye baktığımızda, bir sürü ayrım sözkonusudur ve klasik analizde bu yoktur. Örneğin, her bebeğin sahip olduğu daha tensel daha dokunsal ihtiyaçlarla, cinsel motivasyonları birbirinden ayırıyoruz. İkinci senenin ikinci yarısına kadar bu seksüel ihtiyaçların zaten gelişmediğini düşünüyoruz biz. Her bebek tutulmak ister, saklanmak ister, sallanmak ister (bazı dokunsal rahatsızlıkları olan, bundan rahatsızlık hisseden bazı bebekleri bir kenara bırakıyoruz). Genel olarak çoğu bebek tutulmak ister, ardından gelen sensüel hisse ihtiyaç duyar; ve bundan hoşlanmayan da çok az yetişkin vardır sanırım. Motivasyonlar bu noktada birbirleriyle buluşurlar, yani bebeğin de, ebeveynin de böylesine sensüel  bir ihtiyacı vardır ve  bunlar birbirlerine kavuşur. Freud sadece orgastik deneyim üzerine kurulu olan kuramıyla, fazla uyarılma problemlerinin erken dönemde cinsel uyanmaya yol açacağı sonucuna vardı. Ebeveynler, “aman bu bebeğe dokunmayalım, onu tutmayalım” noktasına geldiler. Çoğumuzun hissettiği şeye çok ters, gözlemlememekten doğan teorik bir hata bu.

  Teoriyi alıyorsunuz ve teori cevap haline geliyor, gözlemi gözardı ediyorsunuz. Eğer bebekleri gözlemlerseniz (tabii ki bir bebeği fazla uyarabilirsiniz, ama normal bir tutuşla, sevişle), bebeklerin iki farklı dokunma biçimine tepki gösterdiğini görürsünüz. Barry Brazelton, sadece bir bebeğe bakarak, altını değiştirenin annesi mi, babası mı olduğunu söyleyebileceğini ifade ediyor. Anne bebeği alıyor, bezini altından geçiriyor, bebeğini rahatlatıyor, çok yumuşak bir şekilde bezi takıyor. Baba sert bir şekilde bacaklarını kaldırıyor, altından bezini geçiriyor ve üstüne kapatıyor. İki tür stimülasyon var, ama bebek ikisinden de hoşlanıyor. Baba geliyor birden bir merhaba diyor bebeği kapıyor, anneyse o noktada babayı öldürmek istiyor çünkü bebeğin uyumasını istiyor.

Doğumla beraber gelen bir şey sensüellik. Ana rahminde doğum öncesinde başlayan bir şey bu. Bebekler anne rahminde parmaklarını emiyorlar, ve bunu sensüel bir deneyim olarak yaşıyorlar. Anne rahminde parmaklarını emen bebeklerin daha sonra 7-10 gün boyunca niye parmaklarını ağızlarına sokamadıklarını biliyor musunuz? Annenin rahminde, o sıvının içinde hareketler yavaşlıyor, ama havaya çıktıklarında ağızlarının yolunu bulamıyorlar. Hareketi yavaşlatmak bebek için zor oluyor. Kendilerini daha fazla uyarmak için bebekler ne zaman kendi genitalleriyle uğraşmaya başlıyorlar? 20. Aya kadar bunu sistematik olarak görmüyoruz. Cinsel bir deneyim üzerine yoğunlaşmak çok küçük bebeklerde görmediğimiz bir şey, bunu kendi gözlemlerimden söylüyorum. Ama sensüellik her zaman orda.

Çok sık gördüğümüz klinik bir yanlış anlamadan bahsedelim bu noktada. Klasik bakış açısına göre, erkek hasta gelip yakın erkek arkadaşının yanında olmaktan keyif duyduğunu söylüyor, birbirlerini gördüklerinde birbirlerine sarıldıklarından bahsediyor, sohbet etmekten  ve beraber olmaktan keyif duyduğunu söylüyorsa, ve analist, “Aman Tanrım! Burada latent homoseksüellik var, bunu analiz etmemiz gerekir”, derse; bence bu deliliktir. Bu kötü bir teoridir. Bir yansıtma olabilir, ama bence kötü bir kuramdır. O zaman, üç şeyle ilgili bir ayrıştırma yok bu noktada. Bir tanesi şu ki, bizde homosensüel bir yan var, ve burda olmakta olan şey bu. Homoseksüellik, aynı cinsten bir insanla cinsel bir uyarılma arzusu içinde olmak anlamına geliyor. Bir de, aynı cinsle ilişik olma diyebileceğimiz, kişinin birincil grup deneyiminin kendi cinsinden insanlarla olmasını anlatan bir kavram var. Kişi kendini, kendi cinsiyetinden kişilerle ilişkide  olmaktan rahat hissediyor. Eğer iki tane dürtü var dersek, yani sadece agresyon ve cinsellik dürtüsü var dersek ve bu varsayımdan hareket ederek herşeyi buna indirgersek, o zaman herşey cinseldir, her zaman amaç boşalımdır, ve hiçbir açılımı yoktur bu işin. Kohut bütün bunları attı, bunlardan kurtuldu. Hepsini atarak da, bazı spesifik şeyleri kaybetti.

Gözlem üzerine kurulu kendi kuramıma, bu spesifik  olguları yerleştirmek istiyorum. Sensüellikten ve seksüellikten bahseden hastalarla konuştuğumuzda, kendilik psikolojisi ilk önce bunları bir kenara iter, bunlar hepsi bölünmedir, fragmantasyondur, der. Bu bana aynı şeyi tekrarlamak gibi geliyor. “Herşey sadece birşeye indirgenebilir, diğerlerinin bir anlamı yoktur”, demekle aynı. Bizim yapamaya çalıştığımız, sensüellikle seksüelliği ayrıştırabilecek bir yapıyı kuram içine yerleştirmek. Herşeyi sadece fragmantasyona, ya da aynalama ve ikizliğe indirgeyemeyiz.

Sorulara verilen yanıtlar:

Başka şartlar altında bağlanmanın nasıl gelişeceğine dair: Hepimiz burdaki temel soruyu anladık sanıyorum. Bu tamamiyle doğru, ama böyle olduğunu düşünsek bile, ilk anne, 10 yıl sonra, istediği bir çocuğa da sahip olsa, bir evliliğe dahil olsa bile, inanıyorum ki yine de güvenli bir bağlılık ilişkisinde zorluk çekecekti. Gençliğiyle bağlantılı olarak abartılı bir durum yaşıyor olabilir, 16 yaşındaki bir kız çocuğu için hamilelik bir kırılma süreci olabilir. Sadece kendilik psikolojisi araştırmaları bağlamında değil, kendi içinde bağlılık araştırmalarına baktığımız zaman, annenin bağlılık kategorisi, bebeğin geliştirecek olduğu bağlılık biçimini olası olarak belirleyen bir etkene dönüşüyor. Kendi içine hapsolmuş, çok kendini geri çeken bu kadının ileride de bu tarz bir bağlılık geliştirmeme olasılığı çok düşük; yine kaçınıcı bir bağlılık geliştirecek. Bu manada her zaman böylesine komplikasyonlarla uğraşıyoruz. Sorduğumuz en temel şeylerden biri, bu hanım kendi geçmişinden ne taşıyor? Ve o anda işleyen durum nedir, şartlar nedir? Sizin vurguladığınız şey içinde bulunulan durum şartlar, benim vurguladığım şeyse geçmişten getirdikleri. İkisi de aktif durumda.

Bazen daha az kohezyona sahibiz. Ve bir güdüden diğerine doğru hareket ediyoruz. Varolduğumuz araöznel ortam devamlı değişiyor. İnşa etmeye çalıştığımız kuram, varolan bu süreğenliği hayata geçirmeye çalışıyor. Bunu söyladikten sonra, optimal hayal kırıklığı kavramının o manada çok da faydalı olmadığını söyleyebiliriz. Bacall tüm kuramını Kohut’un optimal tepkisellik dediği kavramı yeniden tanımlayarak kurdu. Eğer herhangi bir şey bir noktada optimalse, örneğin hastanıza veya çocuğunuza “hayır, bununla artık kendi başına başa çıkman gerekiyor” derseniz, ve eğer bu işe yararsa, buna optimal hayal kırıklığı diyebilirsiniz. Eğer o noktada hastanıza, “şu inanca o kadar sık kapılıyorsun ki, herkesin baban kadar paranoid olacağı düşüncesine kapılıyorsun, ve bu inanca o kadar çok takılıyorsun ki, bunun ötesine geçemiyorsun”, derseniz; eğer hasta, “bunu biliyorum, bunu unutuyorum ve hatırlatmanız bana iyi geliyor”, derse bu açıklama optimal bir tepki olabilir. Hastayı hayalkırıklığına uğratmak, “bundan sen çıkmalısın”, deyip durmak, bunların hepsi taktikle ilgili kararlar. Kimse size tepeden optimal frustrayonun ne olduğunu söyleyemez. Sezgilerinizle yaparsınız bunu, empatik duyarlılığınızla yaparsınız. Onun bakış açısından yola çıkarak, “ona yardımcı olacak nedir?”, diye düşünürsünüz. Eğer kendi perspektifinizden yola çıkarak, ters bir şekilde “Allah kahretsin, ben bıktım bu hastadan, ona meselenin ne olduğunu söyleyeceğim”, derseniz, bunun optimal olma olasılığı çok yüksek değildir. Bu, diğer kişiyle olan o ilişkideki akışı takip edebilmektir.

Araöznellik

Ornstein’in iddia ettiği şey araöznellik kuramına ihtiyacımız olmadığıdır.  Kohut’un bir araöznellik kuramı olduğunu, bu araöznellik kuramının yeterli olduğunu, ve daha fazlasına ihtiyacımız olmadığını söyler. Motivasyonunuzu alın, araöznelliğinizi alın, başka yere gidin, bizim aynalamamız var, bu da bize yeter diyor. Kohut’un kuramı şunu söylüyor: Gelişimsel olarak her zaman bir araöznellik içindeyiz, çünkü her zaman bir kendilik –  kendiliknesnesi matrisi içinde varoluyoruz. Bu bir araöznellik kuramıdır. Burdaki mesele şu: Bütün araöznellik kuramı bu mudur? Daha fazlası var mıdır? Ben bunun yeterli olduğunu düşünmüyorum. Özelleştirilmiş bir araöznellik kuramı olduğunu ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bir araöznellik kuramı olarak çok önemli bir keşif olduğunu düşünüyorum; çok önemli bir keşif ama çok kısıtlı. Söylemek istediğim tek şey şu: Diğerleriyle ilişki içinde bir kendilik olarak varolurken, yüzlerce değişik kendilikle bunların arasındaki ilişkileri düşündüğümüzde, diğerleriyle bağlantılı bir kendilik olarak çok kompleks bir dünyada yaşıyoruz. Sonuçta bu önemli deneyim, ne kadar önemli olsa da, sadece bir boyut haline geliyor.

Şu anda üç şey yapmayı düşünüyorum. İlk önce araöznellikten çok kısaca bahsedeceğim. İkinci olarak güdülenme sistemlerinden bahsedeceğim ve netleştireceğim. Üçüncü olarak da teknikle bağlantılı prensiplerden bahsedeceğim.

Araöznellik meselesiyle bağlantılı olarak ortaya çıkan bir problem, Storolow ile  daha geleneksel görüşü olanlar arsında yaşanan, ama bence çok da yararı olmayan bir tartışma. Daha önce söylediğim gibi, Ornstein ve geleneksel bakışa sahip olanlar şöyle derdi: “Araöznellik kuramına ihtiyacınız yok, zaten elimizde olanlar yeterli. Kendilik ve empatiyle yaklaşan kendiliknesnesi arasındaki  ilişki yeterli”. Bu araöznelliğin çok dar bir tanımıdır. Ne kadar önemli olursa olsun, bütünsel deneyimimizin sadece küçük bir bölümünü anlatan bir kuramdır bu. Storolow şöyle söylüyor: Araöznellik kuramını ortaya atan Kohut değildir, Storolow ve Atwood’dur. Ve öncelikle ilgili birsürü  argüman gereksiz olmaya başlıyor. Araöznelliğin en az iki tane tanımı var. Ben üçüncüsünden de size bahsedeceğim. Bir tanıma göre, her insani deneyim, doğası gereği, zaten araözneldir. Araöznelliğe geniş olarak bakarsak, bu bağlam içinde herhangi bir şeyi incelememiz mümkün olur. Örneğin, Cathy’nin annesinin Cathy’ye çok duyarlı olduğu bir durumu düşünelim. Kathy’nin de çok canlı, çok heyecanlı olduğunu düşünelim. Bu, kendilik – kendiliknesnesi matrisine uyan, kohesif bir kendiliğin gelişimine olanak sağlayan, pozitif bir araöznel deneyimdir. Araöznellik perspektifinden bu durumu inceleyebilirsiniz, bu pozitif bir duruma örnektir. Araöznelliğin geniş perspektifinden negatif bir durum da incelenebilir. Cara’nın annesi onu yıkamaya çalışırken araöznel bir deneyim yaşıyor. Ve çocukta bir aversivite yaratıyor, çocuğun aversif durumunu ortadan kaldıracak hiçbir şey yapmıyor, sonunda da anne kendini doyuma ulaşmamış hissediyor. O zaman bunu nasıl inceleyebiliriz? Yapabileceğimiz bir şey, her katılımcıya bakmak. Anne o anda neler yaşıyor, niye hiç tepki göstermiyor? Bebek ağlarken, annesi çok sert bir şekilde bezini değiştirmeye çalışırken, iç dünyasında neler yaşıyor? Annenin bir intrapsişik dünyası var, bebeğin de bir intrapisişik dünyası var, ve bu iki dünya birbirini etkiliyor diyebiliriz. Burada, birbirini etkileyen bir araöznel alandan bahsediyoruz.  Cathy ve annesinin de birbirlerini etkilediğini söylüyoruz. Karşılıklı bir şekilde birbirlerini etkiliyorlar. Ben öyle bir bakıyorum ki sana, sen de bana geri gülümsüyorsun, bu da beni hoşnut kılıyor. Aralarında böyle bir alışveriş var. Başka bir bakış açısı da geliştirebiliriz. Birbiriyle bu ortak alanı yaratan iki kişinin, bir atmosfer yarattığını söyleyebiliriz, bir ambians yarattığını söyleyebiliriz. Kendilik ve kendiliknesnesinin sonunda bir ambians yarattığı, Wolf’un vurguladığı bir şeydir. Ambians nerede? Terapistin içinde mi, hastanın içinde mi, ikisi arasında akan bir şey olarak mı kurguluyabiliriz bunu? Bir üçüncü şey gibi sanki. Bu perspektiften de bakabiliriz. Bariz olan bir şey var ki, ben sizinle konuşurken, size öyküler anlatırken, bazen çok ciddiyim, bazen espriler yapıyorum, bazen daha küfürlü konuşuyorum, ve ben burada bir ambians yaratıyorum. Bu odada varolan bir ambians. Ve bu deneyimden siz de birşeyler alacaksınız. Umarım ki içeriği alacaksınız, ama aynı zamanda biliyorum ki aynı zamanda aramızdaki bütün ilişkisellikten doğan bir ambiansı da alıp götüreceksiniz. Bu bir araöznel kavramdır. Çok yararlı ve çok zengin bir kavram olduğunu düşünüyorum. Bizim alanımız dışındaki biri, Tom Ogden, bunu vurgulayan bir şahıstır.

Bir başkasının etkisiyle hareket etmek ve böyle bir zihinsel açıklığa sahip olmak, araöznellikten bahsetmenin başka bir yoludur. Sanki psişeler arası, iki kişinin düşüncelerinin birbirlerine akması için yaratılan ve zihinden açılan bir alan gibi sanki. İlişkiselciler bu  noktayı vurguluyorlar.

Başka bir bakış açısına göre de, psişelerarası kavramının “arası” vurgusuna baktığımız zaman, iki kişi yada daha fazla kişi arasında alışveriş nesnesi olan her şey bir etkileşimi doğurur. Ama her etkileşim araöznel midir? Araöznelliği en geniş tanımında alırsanız, her etkileşim araözneldir. Ama öznellik üzerine vurgunuz varsa, yani deneyimsel yönüne vurgu yapıyorsanız, kişinin duygusal ve düşünsel durumuyla ilişki içinde olmak bazında bakarsanız, o zaman her etkileşim araöznel değildir.

Bir eylem ne zaman tam anlamıyla araöznel olur? Feministler, çok yoğun bir şekilde, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde olup bitmekte olan çoğu şeyin tam anlamıyla araöznel olmadığını söylüyorlar. Orada bir baskılanma ve baskı altına alma durumu sözkonusu. Toplum, baskı altında tutma ve tutulma deneyimini sağlıyor, buna yol açıyor. Feministler burada da bir bilinç yükseltme sürecinin olması gerektiğini söylüyorlar. Aslında, bir erkeğin bir kadına davranış biçimi, ya da bir babanın, oğluna olan tavrıyla karşılaştırıldığında, kızına olan tavrı, kız çocuğunun öznelliğini daha aşağı görecektir. Çünkü aynı zamanda kültür de, bir kadının böyle olması gerektiğini dikte etmektedir. Yüzeysel olan kabul ve aynalama tepkileri, kız çocuğunun gerçek, çekirdek kendiliğine hizmet etmemektedir. Bu bizim dilimizde de yer etmiştir. Örneğin bir satıcıya ihtiyacım var dediğimizde, burada İngilizcede toplumsal cinsiyet yüklü bir kelime var (salesman), ama bizim kastettiğimiz satıcı bir kadın da olabilirdi. Dildeki cinsiyetçilik bunu bilinç altında erkek olarak kodlamış. Feminist bir konuşma yapmaya çalışmıyorum, demeye çalıştığım şey, araöznelliğe baktığımız zaman, diğer kişinin öznelliğinin tamamen farkına varıldığı ve tepki verildiği, özel bir deneyimden bahsediyoruz. Örneğin, bir ebebeyn, kız çocuğunu bir yere götürmek durumunda, ve diyor ki “o oraya gitmeyecek, çünkü oraya gitmekten hoşlanmıyor”. Burda ki sorumuz, burada referans aldığımız şey kız çocuğunun kendi arzuları mı, yoksa toplumun dikte ettiği şey mi? Burada kültürle ilgili ve kültürün araöznellikle ilgili potansiyelleri nasıl etkilediğiyle ilgili bir tartışma açılmış durumda. Feministler bu noktada kadınla erkek arasındaki ilişkiler üzerine yoğunlaşıyorlar. Ama herhangi bir alt grupla ilgili kültür bazında bu tartışmayı yürütebilirsiniz. Amerika’da mutlu zencilerle ilgili bir fantezi dünyası yarattık. Mutlu şekilde beyazlar için dans eden zenciler. Bu kötü bir örnek biliyorum, ama bunu vurguluyorum çünkü araöznelliğe farklı bir yaklaşım bu. İnsani deneyimlerle ilgili daha fazla parça bir araya geldiğinde, kendilik psikolojisinin, ya da kendilik psikologlarının ilgilenebileceği daha geniş bir alanla karşılaşıyoruz.

Güdülenme Sistemleri

Güdülenme sistemleriyle ilgilenmeye başladığımda, çok basit bir öncülden hareket ettim: Bir bebeğin yaptığını gözlemlediğimiz her şey, tutarlı ve kendini tekrarlayan bir şekilde güdülenmek zorundadır. Güdülenme şudur gibi bir kuramdan hareket etmektense, işe gözlemle şekillenen, buradan güdülenmeye varan bir kuramla başladım. Bundan hareketle, eğer tekrarlanan paterleri farkedebilirsem ve tanımlayabilirsem, güdülenme sistemlerini kuramlaştırabileceğimi düşündüm. Bana, “bir sistem nedir?”,  diye sorabilirsiniz. Eğer yapıdan bahsetmeyeceksek, sistem nedir? Bir sistem, kendini organize eden, kendini stabilize eden, diğer bir sistemle ya da aynı sistemin farklı bir yönüyle diyalektik bir gerilim içinde, hiyerarşik bir organizasyon ve reorganizasyon içinde varolan bir paterndir. Örneğin açlığa baktığımızda, doyurma, doyma bir paterndir. Anne ve bebek arasında, bu patern kendini organize eder. Yani genetik olarak, içsel olarak bu tekrarlar durur. Kendisini organize eder. Anne ve bebek arasında bu paternin kendisini öyle bir şekilde stabilize etmesini isteriz ki, besleme süreci gece olacağına gündüz olsun. Yetişkinler olarak nasıl kahvaltı ediyorsak, öğlen yemeği yiyorsak, akşam yemeği yiyorsak, bebeğin de kendini öylesine organize etmesini isteriz ki,  yeme edimi gündüz saatlerinde gelişsin. Eğer bir düzenlilik yoksa, kaos oluşur. Eğer düzenlilik çok kesin ve katı olursa, obsesyonel bir hastalık ortaya çıkar. Ama aynı zamanda da, her sistem diyalektik bir gerilim içinde, başka bir sistemle rekabet halindedir. Örneğin, kahve içtiğimiz terasta kalmak, havadan keyif almak, sohbetimize orada devam etmek istiyoruz. Bu noktada,  bizim keşfetmek isteyen sistemimizle, bağlılık sistemi arasında,  bu güzel günle bağlantılı yaşadığımız sensüel duygularla da bağlantılı olarak, bir gerilim oluştu. Demek ki, o kadar çalışkan ruhlarız ki, bizdeki diyalektik gerilim keşif yönüne doğru ilerledi. Ama bu hiyerarşiyi altüst edebiliriz. Eğer çok sıkıcı olmaya başlarsam, ve fizyolojik sistem güç kazanmaya başlarsa, hepiniz güzel bir uyku çekmeye başlayabilirsiniz. Eğer bunun olmaya başladığını görürsem, daha ilginç birşeye doğru ilerlerim. Yani bu hiyerarşik değiş tokuşu yeniden düzenleyebilirim. Böylesine dinamik bir süreçten bahsediyoruz. Sistem düşüncesi bize bunu, herşeyi bir süreç olarak algılama şansını veriyor. İşte bu yüzden yapı kavramını kullanmıyorum. Sistem düşüncesini kullanıyorum.

Şimdi eğer geri dönersek,  bebeğin devamlı olarak yaptığı şeylere baktığınızda – ki buna tek başına bakılamaz çünkü bebeğin ve ona bakan kişinin tekrarlayan bir şekilde yaptığı şeyler olarak algılamamız gerekiyor – gördüklerimiz bize bebeğin güdülenmesiyle ilgili ne söylüyor? Bize şunu söylüyor: Bebek içsel ve hızlı bir şekilde öğrenilen bir paternler grubuna sahiptir. Bu paternler bir ihtiyaç üzerine kuruludur. Bu ihtiyaçlar da, fizyolojik taleplerin regülasyonu için gereklidir. Annelerin temelde yaptığı şey fizyolojik taleplerle bağlantılıdır. Bunlar: Açlığı gidermek, susamayı gidermek, bütün hareketle ilgili ihtiyaçları gidermek, çocuğun dengesini sağlamak, ısıyla ilgili ihtiyaçlarını gidermek, fiziksel sağlığını sürdürmesine yardımcı olmak, uyumasına yardımcı olmaktır. Unuttuğum şeyler de olabilir, ama ne demek istediğimi anladınız. Ama eğer annenin yaptığı tek şey bu olursa, hospitalizasyon sendromu denilen, çocukların büyüyememesine yol açan şey ortaya çıkar. Yapılan araştırmalara göre, çok steril hemşireler tarafından beslenen bebeklerin büyük bölümü, 9-12 ay arasında ölüyorlar. Çünkü hiçbir zaman kucağa alınmıyorlar, konuşulmuyorlar, “onları rahatsız etmeyelim, sadece besleyelim, altlarını değiştirelim”, deniyor. Anne ve bebek sürekli olarak tekrarlayan biçimde ne yaparlar? Birbirleriyle konuşurlar, anne bebeğine bakar, “merhaba bebeğim”, der, “merhaba şekerim”, der; bir bebeğin tepki verebileceği bir şekilde bebekle konuşuyor. Bunu yapmayı nasıl biliyoruz hepimiz? Nasıl oluyor da böyle abartılı bir ses tonuyla konuşabiliyoruz? Burada prosedürel bir hafıza söz konusu. Olan şey, sonunda bir tepki alıyoruz bebekten. Bebeğin ağzı açılıyor. Benim torunum 7 günlüktü, çoğu zaman gözleri kapalıydı, benle çok güzel muabbet ediyordu. Ben bazı sesler çıkarıyordum, bebeğin gözü çoğu zaman kapalıydı, ama ağzı bana tepki veriyordu. O içsel paternler harekete geçmeye hazırdı. Beni ağzıyla taklit ediyordu. Yedi günlüktü, gözleri kapalıydı, ama annesi onunla konuştuğunda annesinin olduğu yöne doğru gözleri ve başıyla hareket ediyordu. Bu bağlanma deneyimi harekete geçmeye hazır. Biz bebeklerimize bunu yapıyoruz, onları harekete geçiriyoruz. Zaten doğal olarak onlar ilerliyorlar, bizim onları harekete geçirmemize gerek olmuyor. Cathy, benim torunum, doğarken  ben de oradaydım. Hemşire bebekle ilgilenirken bebek ağlamaya başladı. Hemşire bebeği bana verdi. Ben kollarıma aldığımda bebek sakinleşti ve sustu. Beş adım daha ilerleyip, kızımın göğsüne yasladım bebeği, ve anında tamamen sakinleşti. Anında annesinin kalp atışlarını duymuştu. O kalp atışlarını çok uzun zamandır duyuyordu zaten. Ve doğumdan 20 dakika sonra emmeye başladı.  Bebeklerin ne kadar hazır olduğunu görebiliyoruz. Yani uyuşturucu kullanan bir annesi yoksa, doğumda anestezi olmamışsa, bebek çok hazır olarak doğuyor. Bu prematüre olmayan bebekler için geçerli. Prematüre bebeklerde sinir sistemi buna hazır olmuyor.

Bağlanma bu erken deneyimlerle bağlantılıdır. Ann Cathy ile konuşurken, Kate annesiyle ve babasıyla bir bağlılık deneyimi yaşıyor. Peki ilişki içinde olmanın bağlanmadan farkı nedir? Çevremizde devamlı olarak varolan ebeveynlerle farklı bağlılık biçimleri geliştiririz. Herhangi bir şeyle devamlı olarak yaşadığımız kontak sonucunda bunu geliştiririz. Aynı zamanda bebeklerin kendi yattıkları beşiklerine de bir bağlılık geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Bu yüzden de beşikten alıp onları yatağa koymak bazen zor olur. Ev hayvanı gelip bebeği yaladığındada hayvana bir bağlılık geliştiriyorlar mı? Evet, bebekler geliştiriyor. Yani bağlanma, iki insan ya da hayvanla insan arasında gelişen, kendine özgü özellikleri olan bir şeydir. Ama içsel olarak, farklı bir ilişki biçimi geliştirmeye de yatkınızdır. Bu da, çevremizdeki bize bakım sağlayan kişiler bütünüyle, ailemizledir. Bireylere bir bağlılık geliştirilir, gruplara da bir ilişkililik geliştirilir. Anlattığım çocuklardan birinin ailesi bir aile portresi çektirecekmiş. Fotoğrafçı eve geliyor, baba, anne ve kızkardeşler var, herkes hazır, ve 4 yaşındaki küçük kız “Hayır!”, diye bağırıp kaçmaya başlıyor. Herkes şaşırıyor. Odasına gidiyor ve çok sevdiği oyuncak bebeğiyle koşarak geri geliyor. Şimdi aile fotoğrafı için hazır olduğunu söylüyor. Onun perspektifinden, ilişki içinde olduğu grupta çok sevdiği bebeği de var. Öğretmenler bundan yararlanmayı bilirler. Doğru yazımı öğrenmek istemeyen çocuklar vardır, bundan çok sıkılabilirler, siz de bir grubu yeşiller, diğer grubu maviler yaparsınız ve aralarında bir yarışma başlatırsınız. Gruba olan bağlılık keşife yönelik olan arzularını kamçılar, çünkü ilişik olmakla bağlantılı olan güdülenme onları harekete geçirir ve keşif deneyimini hızlandırır.

Kendilik psikolojisinin, hiçbir zaman kendilik psikologlarına grupla bağlantılı süreçleri keşfetmelerinde yardımcı olacak kuramları olmadı. Italya’da bir toplantımız oldu. Grup terapistleri bir araya geldiler. Bu fikri grup süreçlerini anlamaya uyguladık.

Bir bebeği keşif yaparken gördüğünüzde, bir test yapabilirsiniz: “Bu seni ilgilendiriyor mu bebeğim?” Bebek eğer oraya yöneliyorsa, biliyoruz ki bebek ilgileniyor. Ne kadar oraya yönelik kaldığına bakıyoruz. Ve oradan geri çağırabiliyor muyuz diye bakıyoruz. Şunu bulduk: Diyelimki bir kağıt aldık ve üzerine gelişigüzel çeşitli noktalar koyduk. Çocuğun buna oryantasyonu çok kısıtlı olacaktır ve ilgisi hemen dağılacaktır. Eğer gülen bir surat çizersem, burada insan yüzünün soyutlaması olduğu için, çok yoğun bir ilgi görürüz. Çocuk buna yönelir ve bakmaya devam eder. Bizim doğuştan gelen bazı tercihlerimiz var. Ama aynı zamanda somut olarak varolan bir yüz var. Biz bu paternleri hızlı bir şekilde öğreniriz.  Cathy daha  doğduğunda annesinin bebeğiydi, çünkü annesinin sesini ve kalp atışlarını biliyordu. Daha sonra büyük bir hızla daha fazlasını öğreniyoruz. Kimi daha fazla keşfetmek istediğimizi öğreniyoruz.

Aversiviteden yeterince bahsettik sanıyorum. Kelimelerle ilgili bir fark var. Regülasyonla ilgili bir ihtiyaçtan bahsediyoruz. Bağlılıkla ilgili bir ihtiyaçtan bahsediyoruz. Keşifle ve kendini ifade etme davranışıyla ilgili bir ihtiyaçtan bahsediyoruz. Ama aversif bir şekilde tepki vermekle ilgili bir ihtiyaçtan da bahsetmemiz gerekiyor. Aversif bir şekilde davranabilmemiz gerekiyor. Eğer böyle olmasaydı, mutlu olmadığımız şeylerle ilgili sinyal veremezdik. Güzel bir örnek gördük bununla ilgili olarak. Sen bana yorulmaya başladığını söyledin. Bana vermiş olduğun aversif bir sinyaldi. Bu beni oryante etti, yaptığım şeyi değiştirmemi sağladı. Herhangi bir ambiansı yaratmak için çok kritik bir nokta bu. Bu beraber çalışmamızı mümkün kılan şey. Aynı zamanda sensüel keyif, ve daha sonra da cinsel heyecanlanmayla ilgili bir ihtiyaç var.

Teknikle ilgili Prensipler

İlk teknik prensibimiz birşeyleri organize etme, ayarlama. Burada dostane, güvenilir, ve emniyet içeren bir ambias yaratacak bir çerçeve oluşturan ayarlamalardan bahsediyoruz. Terapinin her aşaması için önemli olan, gerekli olan bir şey bu. Arka plan için ya da en temel olan tutma deneyimi için çok önemli bu. Bana sorulan bir soru var. Bana, “dostane bir çerçeve oluşturmak derken neyi kastediyorsunuz?”, diye soruyorlar. Yarın size sunacağım bir vaka, bir insanı en görmek istemeyeceğiniz, olabildiğince düşmanca tavırlarla gelen bir hastamdı. Sadece dostane olmamakla kalmıyordu, benden ona yönelen hiçbir dostane tavrı da kabul etmiyordu. Nasıl dostane bir çerçeve oluşturabilirdim? Onun dostane tavırlarını davet ederim, ama bunun üzerinde ısrar etmem. Benim davetim istikrarlı bir şekilde varolur. İnsanların sınırlarını aşmak değil kastettiğim şey. Kastettiğim şey sözsüz bir dostane tavır. Bu, bekleme odasına yürürken bedenimle, merhaba deyişimle, buyrun içeri gelin derken, ya da “merhaba, ben Dr. Lictenberg”, derken, elimi uzatırken sunduğum bir dostane tavırdır. Ben öyle analistler tanıyorum ki, bekleme odasına giriyorlar, kapıyı açıyorlar ve tekrar geri gidiyorlar. Bunlar deli! Benim analist olma sürecimdeki mülakatlarımdan biri, bütün mülakat boyunca bir tek kelime söylemeyen bir eğitim analistiyleydi. “Eğer bütün analistler böyleyse ben bu mesleği bırakıyorum”, dedim kendime. Hatta bir kere vazgeçtim bile. Ama bu başka bir öykü. Tabii ki geri döndüm ve eğitimimi tamamladım. Dostane tavrımızı sunarız. Dostane tavrı, her ikinizin birlikte ulaşabileceği bir amaç olarak görürsünüz. Bir yandan da, gördüğüm çoğu insan dostane bir başlangıca dostane bir şekilde cevap verir. Sizi kandırıyor da olabilirler tabii. Yazdığım “Nefret ve ödülleri” başlıklı bir makalemdeki vakada, telefonda konuştuğum bir hanım vardı, çok aklı başında bir hanım gibi konuşuyordu. İki üç görüşme için bana geldi, daha önceki tedavisinden, semptomlarından, bir rahibe olarak dini inançlarının bir hastalık olarak sınıflandırılmasından korktuğundan bahsetti ve sürece başladık. Birdaha geldiğinde divana uzandı ve şöyle dedi: “İşte bu hayatta gördüğüm en berbat, en rahatsız divanlardan biri. Bu kadar kötü bir mobilyaya sahip olduğun için çok salak bir herif olmalısın.” Ben şaşırdım. Çok şaşırdım. Bana küfür etmesi tamamdı da, sonuçta benim divanım Danimarka’dan ithal edilmiş çok hoş bir divandı. Bir saat boyunca bu devam etti, hiç durmadan konuştu. Hiç dostane bir şekilde başlamamıştık seansa. Bu analiz birkaç yıl sürdü. Bu tarz çok permutasyon oldu. Bitirmeden bir ay önce şöyle dedi: “Diğer rahibelerden bir arkadaşımla konuşuyordum, bana, ‘niye bu kadar dar fikirlisin ve onun mekanıyla ilgili her şeye neden  itiraz etmek zorundasın?’, diye sordu.” Bunun üzerine, daha açık fikirli olmaya karar vermişti. Bitirirken bana, sanatçı bir arkadaşına hazırlattığı, “Açık Fikirli Mary’nin Öyküsü” adlı bir çizgi roman hediye etti. Kitap şöyle başlıyordu: “Mari John’un ofisinin berbat olduğunu düşünüyordu”. Daha sonra, kitap ilerledikçe öykü de gelişiyordu. Bu çok esprili, çok dostaneydi. Kendini hiçbir zaman ifade edememiş küçük bir kızın, içine kapanıp kavga etmektense, dünyaya açılması gibiydi.

İkinci prensip, algının empatik modu, hastanın deneyimlerine yönelmede bizim en temel aracımızdır. Deneyim dediğimde sadece genel anlamda deneyimi kastetmiyorum. Aynı zamanda hastanın terapistle bağlantılı olan deneyimini de kastediyorum. Bence empati terimi fazla geniş anlamda,  sanki sadece iyi davranmak anlamına geliyor gibi kullanılmıştır. İyi davranmaya bir itirazım yok ama ben bunun ne tedavi ne de bilim olduğuna inanmıyorum. Benim terimim olan “algının empatik modu”, ya da Evelyn Schwaber’in “empatik dinleme” kavramı, kendi dinlemeyle bağlantılı duruşumuzu nereye yerleştireceğimize ilişkin spesifik bir terimdir. Kastettiğimiz şey, dinlemekle bağlantılı duruşumuzu hastanın bakış açısına yerleştirmek. Olabildiğince sistematik bir şekilde hastanın perspektifinden dünyayı görmektir. Geleneksel analistler, “biz herzaman empatitdik”, diyerek Kohut’a saldırdılar. Bunu, Jack Arlow ‘un bazı güzel makalelerine işaret ederek yaptılar, ki o da empatiden “geçici özdeşleşme” olarak bahsetmişti. Buradaki fark şu: Arlow’un bahsettiği şey, hastanın meseleleriyle ilgili arasıra yakaladığı bazı özdeşleşmeler. Bizim bahsettiğimiz şey ise sistematik bir şey. Aradaki fark birinin geçişken, diğerinin sistematik olması. James Fosshage şunu vurguluyor: “Her zaman empatik olarak bir başka kişinin zihninde varolamazsınız. Tamamen ötekinin gözünden dünyayı gördüğünüzü düşünüyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz. Ama bunu daha az yapmaktansa daha fazla yapmak olasıdır.” Yani dünyayı daha fazla hastanın gözünden görmek, ve bunu daha sistematik olarak yapmak olasıdır.

Bana devamlı küfreden hastam (bir rahibe için biraz şaşırtıcıydı tabii) ikinci seansımızın yarısında durakladı, ve ona bir şey söyleme şansı edindim: “Öyle bir izlenim ediniyorum ki, birşeyle ilgili çok öfkelisin, ama şu noktada bu şeyin ne olduğunu bilmiyorum”, dedim. Tepkisi şöyle oldu: “En azından kişisel almadınız.” Eğer buna daha derinlemesine bakarsak, yaşanan şeylerle ilgili olabildiğince empatik bir noktaya yaklaşmıştım, affekte bir isim  koymuştum. O noktada farkına vardığım şey, onun çok öfkeli olduğuydu, ve affekt hakikaten de öfkeydi. Gidebileceğim son nokta buydu. Daha sonra kendi perspektifimden bir şey ekledim.Yani sadece ona empatik duyarlılık göstermekle kalmadım, sezgisel olarak kendi perspektifimi de ona sundum. Benim bakış açım şuydu: Bütün bu öfke neyle ilgili bilmiyorum. Onun tepkisi ise, “ben sizi zaten bütün bunları daha şimdiden bilmeniz beklentisiyle dinlemiyorum, bunu bilmemenizi kabul ediyorum. Benim yaptığım test, benim size yönelen öfkemi kişisel mi algılayacaksınız? Eğer öyle algılıyorsanız, beni dinleyemez hale geleceksiniz ve bu öfkenin neyle bağlantılı olduğunu keşfedemeyeceksiniz, defansif olacaksınız”, diyordu. Sonuçta onun testini geçtim, çok uzun bir zaman aldı tabi ki. Algının empatik modu tekniğimizi sıkı bir şekilde kendilik psikolojisine bağlıyor, ve bunu merkezi önemde algılıyoruz.

Üçüncü prensibimiz affektlerin farkına varmakla bağlantılı ve iki şekilde ortaya çıkıyor. Biri daha kolay diğeri ise daha zor. Öyküde baskın olan affektin farkına varmak istiyoruz. Eğer bunu bilmiyorsak hangi noktada olduğumuzu bilmiyoruzdur. Eğer bunu yapabiliyorsak başlamışız demektir. Daha önce verdiğim örnekte yaptığım şey buydu. Öyküde olan baskın affekti farkettim. Hasta çok eleştireldi, çıldırmış gibiydi ve bu öfkenin merkezinde ben vardım. Bu kolay olanı. Bu, yapamadığımız zaman bile yapabildiğimiz birşeydir. Farkına varabildiğimiz bir affekt olmasa bile, öyküde farkına vardığımız affekt bu olur: Farkedilebilir bir affektin olmayışı.  Bunu iyi kötü her zaman yapmak mümkün. Çoğu hastada bunu belirtmek size yardımcı olacaktır. Hastaya, “öfkelisin”, dersiniz, o da size, “öfkeli değilim, incindim, bu size öfke gibi geldi”, der. Çoğu zaman hasta bize bu konuda yardımcı olacaktır.

İkinci kısım daha zor. Bu, hangi affektin arandığının farkına varılması. Hasta geliyor ve size diyor ki: “Yine yaptım. Okadar kızgındım ki evde duramadım, durmalıydım biliyorum, ama dışarı çıktım, bara gittim, içmeye başladım. Sadece bir iki içki içerim diye düşünüyordum ama sarhoş oldum. Kötü bir insanla eve geldim ve şu anda buradayım. Yine yaptım, utanıyorum. Bu tedavi bana yardımcı olacak mı? Belki de ilaç kullanmalıydım.” Size tanıdık geliyor mu bu öykü? Affekte baktığımızda burada varolan nedir? Utanç, aşağılanma, biraz da ümitsizlik var. Ama buradaki en temel şey utanç. Nasıl duyduğumuzla bağlantılı olarak, en temel şey ümitsizlik de olabilirdi. Eğer buraya kadar gelip durursanız, hastanın da, sizin de sonunda varabileceğimiz tek nokta şu: Hasta çok impulsif davranıyor, çok bağımlı davranışları var. Belki de davranış modifikasyonu terapisine gitmesi gerekirdi.  Bu noktada birşeyler keşfedilmiyor. Ama kendilik psikolojisi şunu söylüyor: İnsanların çok genel, birincil motivasyonları, kendilikle bağlantılı kohezyonu kurmak ya da restore etmektir. Bu kişi neye ulaşmak için mücadele veriyor? Bunu söyleyebilmek için, öykünün geri kalan kısmına ihtiyacımız var. Buna nasıl başlarız?

“Dışarı çıkmadan önceki gece nasıldı, onu anlatır mısın?”

“Evdeydim, ev arkadaşım dışarıdaydı. Arkadaşlarımdan birini aradım, o da evde değildi. Okumaya çalıştım, konsantre olamadım. Yarınki hukuk dersim için okumam gereken şeyler vardı, yoğunlaşamadım. Zaten son derste de başarısız olmuştum.” 

Burada bildiğimiz ne var? Yalnızdı, herhangi bir şeyi keşfetmekle ilgili bir başarısızlık yaşıyordu. Bir kitapla da olabilir bu. Dersle bağlantılı olarak başarısızlık hissediyordu. Depresyona girecekti. Ne arıyor olabilir? Canlılık yaratacak bir bağlılık deneyimi arıyordu. Onu stimüle edecek bir ilişki arıyordu. “Tekrar yaptım çok kötü bir adamım”, derken bunları biliyor muydu? Hayır, utançla bağlantılı bir affekt durumunda bunları söylerken. Eğer söylediklerine takılıp durursanız, şöyle düşünürsünüz: “Aptal değil ki o. Bütün motivasyonlar, o bunun hiç farkında olmasa  bile, içsel olarak algılanan olumlu bir sonucu hedefler. Bunun ne olduğunu şu anda ben de bilmiyorum, ama bunu keşfedeceğim ve onun da keşfetmesine yardımcı olacağım.” Bu noktada kendilik psikolojisi duruşundan hareket ediyoruz. Eğer bu noktada “bunun neyle bağlantılı olduğunu biliyoruz, bu adam impulsif biri, ego kontrolü yok bu adamın, süperegosunda boşluklar var” dersek, ne olduğunu biliyoruz zaten ve araştırmamıza gerek yok. Kimseye de yardımımız dokunmaz. Bize ne kadar delice görünse de, o kişinin perspektifinden ona anlamlı gelen şeyi görmemiz ve kendisinin de görmesine yardımcı olmamız gerekir. Affekti araştırarak, bütün bağımlılıkla bağlantılı davranışları anlayabiliriz. Bu tekniğe çok önemli bir katkı bence.

Dördüncüsü, masaj mesajı içerir. Bundan kastettiğim şey şu: Eğitim gördüğüm süreçte bana öğretilen şuydu: “Eğer hasta babasından bahsediyorsa, aslında senden bahsediyordur. Senden bahsediyorsa aslında babasından bahsetmekle ilgili bir defans yaşıyordur. Şu anda olan bir şeyden bahsediyorsa, geçmişi konuşmakla ilgili bir defans yaşıyordur. Herşey dirençtir.” Klein’cı kuramda herşey bir diğerine karşı dirençtir. Bu bence çok önyargılı bir bakış açısı. Ben bunu tamamen tersine çevireceğim: Sunulduğu biçimiyle mesaj, mesajı içerir. Bu çok basit olmak anlamına gelmiyor. Kohut kendilik psikolojisini bir hastası sayesinde öğrendi. Hastası ona, “bana neyi kastettiğimi söyleyip durma, benim sana söylediklerimi dinle. Benim ne kastettiğime yakın düşecek şeyleri de söyleme. Kes sesini ve ben sana söyleyeyim ne olduğunu”, demiş. Duyarlı bir insan olarak Kohut, mesajı almış ve kesmiş sesini. Problemlerimizden biri, çok zeki insanlar olmamız, ve herkesin ne kadar zeki olduğumuzu bilmesini istememiz. İnsanlara aptal olduğumuzu ve ne söylediklerini anlamadığımızı söylemek için bu mesleğe girmedik. Mesajın daha karmaşık, daha derin olduğunu söylememize engel olamıyoruz.

Dördüncü prensibimiz, size ifade edildiği biçimiyle mesajı dinleyin. Hemen onu  bir direnç ya da defans olarak yorumlamayın. Çok da naif olmayın. Mesajın mesajı içerir. Sadece kelimelerde değil, her mesajda devasa bir sözel olmayan mesaj da vardır. Özellikle sessizliklerde. Ses tonu, konuşma hızı, ritim, kelimelerin seçimi, cümlelerin kuruluş biçimi, söylenmeyenler, hepsi mesajın bir parçasıdır. Mesajın içinde mesaj var derken kastettiğimiz şey, çok dikkatli dinlemek anlamına geliyor. Bir şekilde inek sağıyor gibi mesajı sağmak, posasını çıkarmak. Bu, hastayla çalışmakla bağlantılı olarak önemli bir fark yaratıyor. Ve ayrıca da zeki olmakla ilgili kaygılarımızdandan bizi kurtarıyor. Genetik bir yeniden yapılanma yapmanız gerekmiyor, sadece dinleyin ve tepkilerinizin mesaja çok yakın olmasını sağlayın. Akış daha yumuşak olacaktır. Bu prensiple özellikle gurur duyduğumu söylemem gerekiyor. Marc Luhan‘ ın “medium is the message” sözünden esinlendim.

Beşinci prensip, öyküdeki boşlukları doldurmak. Bu özellikle kaçınıcı bağlanma ilişkisi kuran hastalar için geçerli. Basit bir şekilde ifade edersek, kastettiğimiz şey sorular sormak. Eğer bir hasta size, “dün gece sinemaya gittim, pek iyi değildi”, derse, hastanın neyi kastettiğini bilmiyoruz. Acaba flim mi  değildi, deneyim mi iyi değildi, kötü bir şey mi oldu? İletişimde kaçınıcı formlar kullanmaya yatkın bir kişiyse, bilmek istediğiniz, merkezi bir meseleden çok, binlerce küçük detaydan bahseden hastanıza yardımcı olduğunuz biçimde, bu hastanıza da yardımcı olmanız gerekir. Bu arada bunlar, bağlanma kuramcılarının güvensiz bağlanma başlığı altında bahsettiği iki tipolojidir. Yani birtanesi kaçınıcı bir konuşma biçimi, diğeri de takıntılı bir konuşma biçimi. İhtiyaç duyduğumuz bilgiyi edinebilmemiz için, bize söylediği şeyi hastanın yapılandırmasına yardım ederiz. Örneğin kişi diyor ki, “sinemaya gittim ve iyi değildi”. İyi olmayan neydi, diye soruyoruz. Kişi şöyle söyleyebilir: “Yeni biriyle, çıkıyorum hoş bir randevu olmasını umut ediyordum”.  O noktada kiminle çıktığını sorabilirsiniz. Deneyimi anlamak için bir öykünün oluşması gerekiyor. Yani öykü öylesine detaylarla yüklü olmalı ki, siz empatik olarak o öyküye girebilmelisiniz. Bir öykü şekillenmeden kişinin bakış açısından dünyayı görmeniz mümkün değil. Flimle ilgili, kendi duygularından başka her türlü detaydan bahsetmeye başlayan bir hasta, size duymaya ihtiyaç duyduğunuz şeyleri söyleyemez, siz de öyküyü oluşturamazsınız.

Altıncı noktamız, atfedilen şeyi üzerine giymek. Bundan neyi kastediyorum? Hasta geliyor ve şöyle diyor: “Dün çok huysuzdun.” Hasta o noktada bir atıfta bulunuyor. Siz kendi kendinize, “burda bir çarpıtma var, bu bir yansıtma” diyebilirsiniz. Bunu hastaya söylerseniz sonucunda ne olur? Hastadan alacağınız yanıt: “İşte gördün mü, bu projeksiyon değil. Bunu bana geri söyleyerek ne kadar da huysuz davranıyorsun.” Bunun yerine kendinize, örneğin, “bu kişinin dün beni gördüğü biçimde bu gün kendime bir bakayım” diyebilirdiniz. Belki önceki seansı düşünürken genelde olduğunuzdan daha irite olduğunuzu fark edebilirsiniz. Hastanın sizi gördüğü biçimde kendinizi görmenizi daha kolaylaştırır bu durum. Ama varsayalım ki zihninizden bir önceki seansı geçirdiniz, genelde olduğunuzdan farklı olmadığınızı fark ettiniz, ve kendinizi genelde huysuz bulmazsınız.  “Bütün seans boyunca mı böyle davrandım, yoksa herhangi bir aşamada mı böyle davrandım?”, diye sorabilirsiniz. Bu sizin zihninizde, kendinizi, hastanın sizi dün gördüğü gibi bir insan olarak algılamanın yolunu açıyor. Aslında ikiniz de işbirliği içinde o kişiyi arıyorsunuz. Eğer hasta size, “bana ‘niye kocana bir şey söylemiyorsun’ dediğini hatırlıyor musun? İşte o noktada çok huysuzdun”, derse, böyle bir şey söylediğinizi, ya da tamamen farklı bir şey söylediğinizi hatırlayabilirsiniz. Bu önemli mi? Bir açıdan evet. Başka bir açıdan da, bu önemli değil. Eğer böyle algılandıysanız, böyle algılanmışsınızdır. Hata yapmış olmanız gerekmiyor. “Sen beni öyle duymuşsun, ama”, diyebilirsiniz, hasta da size, “öyle duymak mı, hayır, öyle duymadım, sen öyle söyledin”, diyebilir. O zaman ben susarım. Böyle devam edersek hiçbir yere gidemeyeceğimizin farkındayımdır. Hastanın deneyimlediği şeye bakmamız gerekiyor. Hemen bir örnek vereyim: Her altı ayda bir, hastalarıma hangi zamanlarda olmayacağıma dair bir kağıt veririm. Benim kadar sık sık seyahat eden bir insan, çoğu zaman yoktur. Her yıl üç ay olmadığımı hastalarıma söylerim terapiye başladığımda, daha önceden bu bilgiyi kendilerine veririm. Ve gitmeye hazırlandığımda da, bunun üzerine konuşmaya başlarım. “Üç saat beraber olacağız, daha sonra iki hafta yokum”, derim. Ve saatin sonunda da, “seni yarın göreceğim, gelecek hafta göreceğim, sonra da 18 Haziran Pazartesi günü görüşmek üzere”, derim. Tekrar geri gelirim ve hastam şöyle der: “Ofisinize geldim, kapıyı çaldım, ama kimse yoktu.” “Bu çok berbat bir deneyimdi herhalde sizin için”, derim. “Tabi öyleydi, niye bana söylememiştin?”, der hastam bana. Ona söylemediğimden mi oldu acaba bütün bunlar? Eline kâğıt vermiştim, iki hafta önceden söylemiştim, son seansta da tekrarlamıştım olmayacağımı. Bunu söylemek uygun mu? Bunları yapmış olduğumu bilmek benim için iyi, kendimi suçlu hissetmiyorum. Eğer atfedilen şeyi üzerime giyersem, şöyle bir şey söylerim ona: “Şu anda bana söylediğin şey, her ne yaptıysam, seni benim uzakta olmam sürecine hazırlamamış. Hazırlıksız bir şekilde sen geldin ve kötü bir deneyim yaşadın. Beni görmeyi umuyordun, ve kapalı bir kapıyla karşılaştın.” Bundan sonra bunun üzerine çalışabiliriz. Daha sonra hasta bana diyebilir ki:

“Bunu siz bana söylemiş miydiniz?”

“Sanırım söylemiştim. Ama sen zor bir zaman geçirmişsin.”

“Evet öyle.”

Daha sonra bunun üzerine düşünmeye başalayabiliriz ve bunu inceleyebiliriz beraberce. Size atfedilen şeyden bir anlam çıkarmayı başarırsanız eğer, en kötü durumu, anlamak için potansiyeli en yüksek duruma çevirebilirsiniz. Bütün önerdiğim ve üzerinde çalıştığım tekniklerden en yararlı olanının bu olduğunu düşünüyorum.

Lachman’ın üzerine çok yazdığı bir düşünce geliştirdim: “Model sahnelerin araştırılması, keşfedilmesi”. Çağrışımdan ya da bir anıdan daha fazlasını ifade etmek için benim geliştirdiğim bir kavram bu. Bu, bütünsel bir meseleyi örnekleyen ve hasta için çok dinamik önemi olan, spesifik bir deneyim.

Freud, kendisi için en temel, en çekirdekte olan model sahneden bahsetti. Freud’un bakış açısında en çekirdekteki model sahne, çocuğun annesine yönelik olan cinsel aşkı ve kendisine rakip olan babadan kurtulma arzusuydu. Gerçekten de bir tiyatro oyunundan ödünç alınmış olan Ödipal sahne, Freud için, tekrar yapılandırılması ve yorumlanması gereken en temel sahne oldu. Bizse, her birey için önem taşıyan çok daha fazla sahne olduğunu düşünüyoruz. Bir birey için önemli olan sahneyi yakaladığımızda, kişinin içsel dünyasında çalıştığımızı anlıyoruz. En önemli model sahnelerden bazıları, terapi sürecinde oluşan sahnelerdir. Örneğin:

“Hatırlıyor musun, ben geç kalmıştım ve sen benim gelmeyeceğimden emindin. Nekadar öfkeli olduğunu hatırlıyor musun? Şu anda yaşadığın duygu buna benziyor mu?”

“Evet benziyor”, “hiç alakası yok”, ya da “şu noktalarda farklılaşıyor”. Model sahnelerin ikinci kısmı, bir yorumdan ya da yeniden yapılandırmadan farklı olarak, analistin ve hastanın beraber inşa ettiği şeylerdir. “Bu şöyle midir?”, diye sorduğunuzda, hasta, “tam olarak öyle değil, biraz şöyle”, derse, karşılıklı olarak bir inşa süreci başlar. Daha sonra hasta, “daha önce konuştuğumuz gibi”,der, “şu konuştuğumuz gibi mi?”, dersiniz, ve gittikçe her iki tarafın da şekillendirdiği, ortak bir mülke dönüşür bu. Beraber inşa ettiğiniz bir şey. “Çıkmaya başladığımız günü hatırlıyor musun?”, “Şu meseleyle ilgili yaptığımız büyük kavgayı hatırlıyor musun?” demeniz gibi… Her iki tarafın da emeğinin olduğu bir mülk. Bunların hepsi terapi sürecinde bir ambians yaratıyor. Anlık da olsa bir ikizlik duygusu yaratıyor. Bu da herhangi bir meseleye beraber bakmamızı sağlıyor. Model sahneler çok çok önemlidir. Herkesin hayatında anılarla bağlantılı model sahneler vardır. Bazen model sahneler kitaplardan ya da flimlerden alınmıştır ve tekrar tekrar bunlar üzerine konuşuruz.

İlk analizim sürecinde analistime, Karamazof Kardeşler’le kendi aramdaki ilişkiyi, kendimi hangi kardeşe benzettiğimi, duyarlılık, entellektüellik gibi hangi yönlerini kendimde bulduğumu, saatler boyunca anlattım. Benimle bu oyunu oynayabilen, bu sahneler üzerinde çalışabilen bir analistim vardı.  Çok trajik geçen ikinci analizimden sonra, benim hala analist olarak kalmamı sağlayan şey buydu. İkinci analistim sadece “bu defanstır” oyununu oynayabiliyordu.

Soru: Perde anı ile model sahne arasındaki ilişki nedir?

Cevap: Ben size perde bir anıdan bahsedeyim. “Bir lunaparka gittik ve çok eğlendik. Bu geziyi hatırlıyorum, muhteşemdi.” Ama lunaparkta atlıkarıncaya binmekle ilgili bir kaygıyı keşfettiğinizde, bu derin korkuyu farkettiğinizde, “bu çocuk lunaparka gitti ve bunun muhteşem olduğunu söylüyor, burada doğru olmayan bir şey var, bunun muhteşem bir deneyim olduğuyla ilgili söyledikleri birşeyleri gizliyor. Ardından gizlenen çok ürkütücü bir şey olmalı”, diye düşünmeye başlıyorsunuz. Rüyaların analizi vs. sonucunda hasta atlıkarıncadaki tahta attan aslında korktuğunu gösteren bir anıyı hatırlıyor. Anne, baba da ısrar ediyor, “bu muhteşem bir deneyim,  binmelisin atlıkarıncaya”; ve çok korkmuş olan bu çocuğu atlıkarıncaya binmek için zorluyorlar. Çocuk düşüyor, inciniyor, ve daha sonra da şöyle düşünmeye başlıyor: “Lunaparka gittik ve herşey muhteşemdi.” Burada bir perde anıdan bahsediyoruz.

Model sahne ise, bu perde anıyı nasıl anladığımız, ve atlıkarıncanın nasıl bir deneyim olduğunu anlamaya başladığımızdır. Model sahne, bu deneyimden beraberce anlam çıkarma süreci yoluyla tedavide yararlı olur. Bu, beraber ürettiğimiz iyi işin bir göstergesi haline gelir. Çocuğun ebeveynlerinin bu çocuğu nasıl dinlemediğini anlamaya çalışırsak, biraraya getirdiğimiz bu atlıkarınca anısı, ebeveynlerinin nasıl dinlemediğini örnekleyen bir model sahne görevi görebilir. Bunun oluşmasını zorla sağlayamazsınız doğal bir şekilde gerçekleşir bu.

Klasik analistlerle en çok bu noktada savaşmak durumunda kalıyorum.

Aversif güdüler, yani direnç ve savunma, iletişimsel ifadelerdir. Her iletişim gibi, araştırılmaları gerekir. Klasik analistler şunu söylüyorlar: “Defansa her zaman bakmalıyız, defansta ne olup bittiğine her zaman bakmalıyız, defans ve çarpıtmanın ne olduğunu anlamadığınız sürece meselenin ne olduğunu anlayamazsınız.” Klasik analistler, iletişime defans mekanizmaları perspektifinden bakıyorlar. Klasik bir analistken, bu konuda, bütün enstitülerde ders olarak okutulan  iki önemli makale yazmıştım. Bu noktada kendime neden katılmadığımı söyleme şansım var! Bu, hastaya yönelik bir propagandaya dönüştü. Bir şeyi satmak gibi sanki hastaya, çünkü kendinizi birşeyi bastırırken deneyimleyemezsiniz. Kendinizi aktif olarak birşeyi bastırırken deneyimleyemezsiniz. Bilinçdışı bir şekilde birşeyleri inkâr ederken kendinizi deneyimleyemezsiniz. Çünkü tanımı gereği yaşadığınız şey bilinçdışıdır. Bütün diğer iletişimler gibi, buna da, ancak deneyimsel alanın içindeyse, ya da potansiyel olarak deneyimsel alan içinde olabilirse bakabilirsiniz. Freud’un bilinç ya da bilinç öncesi dediği şeydir bu. Yani birinin söylediklerinizi takip edebilmesi için, bu yaşadıklarının bilinçte ya da bilinç öncesinde olması gerekir.

Bu, şu anlama geliyor: Eğer bir kişiye dönüp derseniz ki “bu bilinçdışı bir bastırmadır, inkârdır”, o size katılacaksa bunu kabullenir. Bunun yerine, “sanırım şu anda bakmayı tercih etmediğin birşeye bakıyoruz”, da diyebilirdim. O zaman o da bana, “evet, hakikaten bakmak istemediğim bir şeye bakıyoruz şu anda, ve sen bunu söylerken bile, bunun bir mesele olarak ortaya çıkarılmasından hoşlanmıyorum”, diyebilir. Artık bu çalışılabilir, dinamik, açık ve ikinizin arasında varolan bir olgu haline gelmiştir. Aversif güdülerin bu yönüne, diğer şeylere yaklaştığımız gibi, kişinin perspektifinden bakarak yaklaşırız. Eğer hasta bunu deneyimleyemiyorsa, sizin tavrınızın empatik duyarlılık olduğu da  söylenemez. Sizin empatik duyarlılığınızı deneyimleyebilmesi için, onun bir deneyimi üzerinde konuşuluyor olması lazım. Hiç kimse bir mekanizmayı deneyimleyemez. Deneyimleyebileceğiniz, bir şeyi bilince çıkartmakta rahat hissettiğiniz, ya da zorlandığınızdır. Bilince çıkarılamayan şeylerin etkilerine bakabilirsiniz. Tırnak içinde “bilinçdışı”nın bir kuramını geliştirdik, ki bu bilinçdışı anlayışında bilinçdışının bir mekânı yok, bilinçdışı, farkındalığa giden, araöznel alanın etkisiyle daha açık ya da daha kapalı olabilen bir yol. Bu da, arka planda varolan güven duygusu üzerine kuruludur.

Farkındalığa ulaşmayan bir sürü şey vardır. Mesela prosedürel hafızaya baktığımızda, çoğu şey farkındalığımıza ulaşmaz, ama hayatımızı etkileyen çok önemli bir güçtür. Ancak bu, Freud’un dinamik bilinçdışından kastettiği şey değildir.  Bu başka bir şeydir. “Kendilik ve Motivasyonel Sistemler”de sanırım içinizde güçlü bir şekilde işleyen, ve genelde farkında olmadığınız ya da olamadığınız şeylerden bahsetmiştim. Mideyle dalak arasında bir benzetme yapmıştım. Midenizden genelde bir mesaj alırsınız, dalağınızdan – bir kazada bir şekilde travmatize olmamışsa – hiçbir zaman mesaj almazsınız. Ama dalağınızdan da vücudunuzun diğer yerlerine bir şekilde mesajlar iletiliyor. Farkındalığa ulaştırabileceğimiz ve deneyimlediğimiz şeyler var, ve farkındalığımızı deneyimlemediğimiz şeyler de var. Unutulabilenler ve ezberlenemezler, yani kenara koyduğumuz ve organize bir anı biçiminde semantik hafızada düzenleyemediğimiz şeyler, şeklinde bir ayırım vardır.

Soru: Bilinçdışı bastırma diye bir şey olmadığını mı söylüyorsunuz?

Cevap: Böyle demiyorum, dediğim şey şu: Bu kavramı, bir olguyu anlatmak için dile getirmek, insanların zannettiğinden daha az yararlı. Bir şeyi bilinçdışı bir bastırma diye etiketlemektense, kişinin hangi noktada aversif bir durum yaşadığına bakarım. Geleneksel bakış açısına o kadar yatkınım ki, düşünmeyi öğrenme biçimimin çok büyük bir kısmını bu oluşturuyor. Yapmaya çalıştığım, başka bir düşünce sistematiği geliştirmeyi öğrenmek. Olabildiğince deneyime yakın bir noktaya doğru hareket etmeye çalışıyorum.

Şu ana kadar konuştuğumuz herşey, iletişimde hastanın perspektifiyle bağlantılı. Ya analistin müdahaleleri? Analistin müdahaleleri üç şekilde oluşur. Birincisi, kendilik psikolojisinde, hastanın perspektifine olabildiğince yakın bir noktadan yorumlar yapmaktır. Çoğu müdahalemiz bu bakış açısından olmalıdır. Buna empatik bakış açısı diyoruz. Mesela hastaya diyebiliriz ki, “bugün kendini rahatsız hissediyorsun, bu sabah eşinin yiyecek almamış olduğu ve kahvaltıda yiyecek hiçbir şeyin olmadığını fark ettiğinde kendini kötü hissetmeye başlamışsın”. Bunları, kişinin perspektifinden hareketle anlatırız. Bazen kendi perspektifinizden konuşursunuz. Kendi perfektifimden, örneğin, “ben bunu anlayabiliyorum, ben de kahvaltıda yiyecek bir şey bulamazsam bayağı kızardım”, diyebilirim. Ya da, daha önemlisi, şunu diyebilirim: “Biliyorum ki senin perspektifinden, sana ‘bana söylediğin şeyle ilgili daha fazla  düşünmen gerektiğini düşünüyorum’ dediğimde, bunu bir emir, bir eleştiri olarak aldın, ve şu anda bana öfkelisin. Bunu anlayabiliyorum. Kendimi duyabiliyorum ve beni duyan seni de duyabiliyorum. Bunları söylerken, kendi perspektifimden, zihnimde neler olduğunu paylaşmamı ister misin?” Hasta, “ben senin perspektifini duymak istemiyorum, bunu söyleyerek sadece kendini affettirmeye çalışıyor olursun”, diyebilir. Ya da, “evet, senin perspektifini duymak istiyorum”, da diyebilir. O noktadada açıklarım. Bazen hastam, “bunu size söylemiş olduğumu unutmuştum”, ya da, “neyin peşinde olduğunuzu anladım”, diyebilir. Sizin bakış açınız terapinin dinamik bir parçası. Jim Fosshage’nin kendilik  psikolojisinin dışında tuttuğu,  ve daha güçlü bir şekilde kendilik psikolojisinin içine katılması gerektiğini düşündüğü şey bu. Daha klasik bakışlı  kendilik psikologları bunun karşısında duruyorlar. Jim’e göre bu, empatik duruş yerine gözlemleyenin duruşu.

Sıradaki prensip, disipline edilmiş, spontan angajman. Bu benim adını koyduğum bir kavram. Suzan Lazarre adlı bir meslektaşım beni buna yönlendirdi. “Hastadan sıkıldığın ve azından böyle bir lafın kaçıverdiği zaman ne yaparsın?”, diye sordu bana. Ben de dedim ki, “bunun olabildiğince çok örneğini getir ki, onları anlayıp sınıflayabileyim”. Ben de kendiminkileri toparlamaya başladım. Süpervizyon verdiğim kişilerde de bunu yakalayarak toplamaya başladım, ve sonuç olarak geldiğim nokta şu: Öyle zamanlar var ki, en temel insani tarafımız, bir kişiyle bağlantılı olarak, çok sakin bir şekilde empatik bir noktada durmamıza izin vermez. Ben bu durumda ağzımdan çıkıveren şeylere disipline edilmiş şeyler diyorum, çünkü bunlar varolan çerçeveyi yıkan şeyler değil. Spontan diyorum, çünkü bunu nasıl dile getireceğiniz üzerine oturup düşündüğünüz şeyler değil. Bunlara aynı zamanda angajman diyorum, çünkü bunlar, “bu yetti; artık aramızdaki bir şeyle uğraşmamız gerekiyor”, dediğimiz noktada söylediğimiz şeyler. Tabi ki ana müdaheleler olamaz bunlar. Bunların nadir ve otantik olmaları gerekir, sahnelenemezler.

Yarın anlatacağım vakamdan bir örnek vereceğim. Çok depresif ve ümitsiz görünüyordu. Trajik bir ruh durumundaydı, tamamen sessizdi, ve hiç göz kontağı kurmuyordu. Çok kötü bir durumdaydı. Herhangi bir keşif başlatacak herşeyi denemiştim, artık elimde hiçbirşey kalmamıştı. Gözleri bana yöneldi, suratımdaki  bakışı gördü, ve “ne?”, dedi. “Çok hüzünlü küçük bir kedi yavrusu gibi görünüyorsun”, dedim.  Böyle bir cümleyi daha önce zihnimde kurmamıştım. Hatırladığım kadarıyla kimseye de böyle bir şey söylememiştim. Çok dramatik bazı sonuçları oldu. Bunu yarın anlatacağım.

Başka bir hasta, “biliyorum ki şimdi eve gideceğim ve kendimi keseceğim, çok öfkeliyim”, dedi. Ve emindim ki hakikaten de eve gidecek ve kendini kesecekti. Çünkü biliyorum ki daha önce de deneyimleri vardı, bütün vücudunu kesebilirdi, ve o noktada, “şu,anda yap”, dedim. “Ne?”, diye tepki verdi. “Hadi şimdi yap. Jileti eline al, bunu burada, şu anda, ben yanındayken yap”, dedim. Tabii ki elinde jilet falan yoktu. Transa girdi ve kendini kesmeye başladı, ve ikimiz de yere kanın aktığını gördük. Akan kan yok, ama biz bu sahneyi yaşıyoruz. İç çekti ve “yaptım”, dedi.

“İç çekme?”

“Rahatladım.”

“Kesmek mi seni rahatlattı?”

“Hayır, kan.”

“Ve bu da seni …”

“Daha iyi hissettirdi. İyi olacağım”, dedi ve daha sonra ayrıldık. Aklımda böyle bir plan yoktu. Kimseye de böyle bir şey önermiyorum. Bu çok spontan birşeydi. Tedaviye devam etti, bu aramızdaki varolan çerçeveyi zedelemedi.

 Sonuncu prensip, tepkilerin birbirini izleyişlerini takip etmek. Sadece hastanın tepkilerinin izini sürmekten bahsetmiyorum. Eğer kendi duygularınızın izini sürüyorsanız, ve birşeyi daha iyi anlamadığınızı, bir şeye daha fazla yakınlaşamadığınızı hissediyorsanız, bunu bilmek önemli. Bunun oluyor olması ise üzücü. Öte yandan, eğer hasta size “daha iyi hissetmiyorum”, diyorsa, ama siz olup bitenleri daha iyi anladığınızı hissediyorsanız, bu size süreci ileriye götürmek konusunda harika hissettirir. Bu yaklaşımın en önemli amacı, hasta üzerinde yarattığınız etkinin farkında olmak. Yaptığınız işle ilgili elimizde bir dışsal test yok. Yarattığımız etkiyi içsel olarak farketmenin yolu, biz müdahele ettikçe ne olup bittiğinin izini sürmek. Müdahale etmek bazen hiçbirşey söylememek anlamına da gelebilr, ama genelde kasettiğimiz şey aktif müdaheledir. Ne olup bittiğinin izini sürmek: Kişi canlandırıcı bir deneyim mi yaşadı, bu sürecin ilerlemesini destekliyor mu, hasta sakinleşiyor mu? Kendini kesmesini söylediğim hanıma yaptığım müdahale kesinlikle onu yatıştıran bir şey oldu. 

“Küçük, mutsuz bir kedi yavrusuna benziyorsun”, dediğim hastayla ilgili süreci nasıl takip ettiğimi yarın anlatacağım. 

4 Haziran 2001

          Bugün size bir vaka sunacağım ve zaman kalırsa dün bahsettiğim on prensibi göstermeye çalışacağım.

          Sonia geç 20’li yaşlarında profesyonel bir hanımdı. Ailesinin başka bir üyesini tedavi eden bir psikanalist tarafından yollanmıştı. Çok alçak sesle depresyonda olduğunu, muhtemelen bütün hayatı boyunca, kendini bildi bileli böyle hissetiğini söyledi. Annesinin ısrarıyla New York’da çok meşhur bir analisti bir yıl boyunca görmüştü ve bu durum ona hiç yardımcı olmamıştı. Söylediğine göre çoğu zaman sessizlikle geçmişti, çünkü Sonia’nın söyleyecek birşeyi yoktu ve analist de ona yardımcı olmuyordu. Herhangi başka bir terapi denemesinin işe yarayacağından şüpheliydi. Kelimelerine uyar biçimde depresif, geri çekilmiş ve tutuk görünüyordu. Bunun tersine şık giyinmişti, bir atlet gibi yürüyordu, ve hem geçmişte hem de halen devam eden okulla ilgili ve profesyonel başarıları vardı. Depresyonunun göstergeleri olarak, her gece uyuyana kadar ağladığını, sabahları başka bir günle yüzleşmek için kendini yataktan zor çekip çıkardığını söylüyordu. Yalnızlığına rağmen arkadaşlarından gelen davetleri reddediyordu. Annesinin yıllar süren tedavisinin hiçbir yarar sağlamadığını gözlemlemişti. Babası ise psikiyatrinin boşa para harcamak olduğunu düşünüyordu. Aile zorlukları temelde sorunlar yaşayan erkek kardeşi üzerinde yoğunlaşmıştı. Ailede sürekli karmaşa tehtidi oluşturacak şekilde, küçük yaştan beri volkanik patlamalar yaşıyordu. Bu durumla kimse başa çıkamıyordu. Her iki ebeveyn de bu sorunlu çocukla başetmekte zorlanıyordu. Anne daha histerik, baba daha kaçınıcı davranıyordu. Sonia kardeşinin bu durumu yüzünden suçlu olduğunu, annesini, kardeşini, ve bazen ikisini birden sakinleştirmekle sorumlu olduğunu düşünüyordu. Yaşı büyüdükçe annesi daha fazla ona dayanmaya başladı. Anneyi rahatlatmak, kardeşini psikiyatriste götürebilmek için, atletik hedeflerinden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu öykünü büyük kısmı, aylar içinde, parça parça ortaya çıktı.

İlk başta bu kadar çekici, iyi eğitimli, başarılı bir profesyonelin bu kadar derin bir depresyon yaşamasından etkilendim. Haftada iki psikoterapi önerdim. Bütün kötümserliğine rağmen bunu kabul etti. Aynı zamanda, antidepresan ilaçlar kullanmak için bir konsültasyon almasını önerdim. Buna karşı çıktı, annesinin banyo dolusu ilaçları olduğunu, bunların hiçbir işe yaramadığını dile getirdi. Yaşadığı şüpheleri anladığımı belirttim. Ama aynı zamanda biz onunla onun deneyiminden, bu deneyimin onun üzerindeki etkisinden bahsederken ilaç almasının onun daha az acı çekmesine yarayacağında ısrar ettim. Tavsiyemi kabul etti ve onu biraz olsun rahatlatan ilaçlara başladı. “En azından ayaklarımın altında sağlam bir zemin olduğunu hissediyorum”, diyordu.

          Terapi seansları kısa sürede rutin haline geldi. Sonia bana çaresiz bir acıyla dolu bir ifadeyle bakıp hiçbir şey söylemiyordu. “Nasıl hissediyorsun?”, diye sorardım. “Aynı”, diye cevap verirdi. Önceki tedavisinde yaşadığı korkunç sessizlik deneyimiyle ilgili söylediklerini hatırlayarak, uykusunu, iştahını, yorgun olup olmadığını, işin nasıl gittiğini ve haftasonunu nasıl geçirdiğini sorardım. Uygun ama kısa cevaplar verirdi. Ben ve bence o da, içerikten çok yaptığımız şeyin önemli olduğunu düşünüyorduk. Bu da boş, sessiz ve gergin bir 45 dakikanın gerginliğini azaltma çabasıydı, ve bunu beraberce yürütüyorduk. Yaşadığım deneyim, sanki çok aversiv bir şekilde geri çekilmiş bir çocukla kontak kurmak ve bu kontağı sürdürmek çabası gibiydi; ve bu çerçevede onun verdiği tepkilerin izini sürmeye çalışıyordum. Yüz ifadesi ve duruşundaki ipuçlarını izliyor, soru ve yorumlarımı, benim onunla ilgilendiğimi hissettirecek ve ihtiyaçlarını karşılayacak biçimde zamanlıyordum. Aynı zamanda, konuşmasını talep etmem konusundaki isteksizliğine saygı gösteriyordum. O da benim yüz ifademe ve beden sinyallerime karşı çok duyarlıydı, ve bu yüzden de aramızda güçlü bir sözsüz iletişim oluşmuştu.

Birkaç hafta sonra, sanki bir görev gibi düzenli bir şekilde seanslara gelmeye devam ederken, ben spontan bir şekilde “aynı aynı mı?” diye sordum. Bu, ebeveynlerin tekrarlardan sıkılmalarını önlemek için çocuklarına yaptıkları şeylere benziyordu, ve onu çeşitliliğe, varyasyona çağırıyordum sanki. Aynı zamanda depresif ruh haline biraz espri katabilmek, yumuşakça oyuncu bir biçimde yaklaşmaktı. Eğer oyun başlatmanın bir yolu varsa, bunu mutlaka kullanırım. Gözlerinde hafif bir parlama oldu ve aynı ruh haline geri döndü.

Birkaç hafta sonra, Sonia kendi yorgunluğundan ve buna daha fazla dayanamadığından bahsederken, sözlerine spontan bir yorum kattı: “Bu haftasonu çalışamayacağım”, dedi. Kendi isteğiyle yaptığı bu yorum üzerine, duygularını ortaya çıkaran herhangi bir eylemi üzerine bilgi toplayabilirdik. Örneğin çok fazla haset yarattığı için gitmekten nefret ettiği bir düğün gibi, ya da onu ziyarete gelen ve beraber yemek pişirmekten keyif aldığı bir misafir gibi… Bilgi paylaşımında bulunduğumuz her saatten sonra daha fazla ümitlenmeye başlıyordum ki şunu keşfettim: Bir sonraki seansta çok kötümser ve depresif bir ruh haline dalıyordu. Bir şekilde korkuyla bu seansların gelmesini bekliyordum. Ertesi seansta ne kadar kötü bir ruh hali içinde olduğunu anlatıyordu. Kendi ses tonumu onunkine ayarlamaya çalışarak, kendisini ne kadar kötü hissettiğini ve kötümserliğini anladığımı ifade ediyordum. Eski deneyimlerinden kaynaklanan hüznünü anladığımı ifade ediyordum. Bu kötü deneyimlerin içinde, kardeşinin, annesinin ve kendisinin kötü terapi deneyimleri de vardı. Ancak kendi deneyimlerimden yola çıkarak, ömür boyu sürecek bir depresyona mahkûm olduğu görüşünü paylaşmadığımı söyledim. Onun iyileşebileceğine dair ümidimi dile getirdim. İçi boş iyimserlikle dolu sözler söylememek için, olabildiğince duyarlı olmaya çalışıyordum.

Sonia ve benim birbirimizden hoşlandığımızı hissediyordum. Aramızda, büyük olasılıkla karşılıklı idealizasyona dayanan bir bağ kurulmuştu. Ben onun, problemli ailesine ve kendisine koyduğu yüksek standartlara rağmen yeteneklerini kullanma becerisine hayranlık duyuyordum. Sanıyorum o da benim profesyonel duruşumdan, ve ona çok fazla müdahale etmeden yardım etmeye çalışmakta kurduğum dengeden hoşlanıyordu. Sonia’yla sözel iletişimim onun duygulanımıyla kısıtlıydı, sinir krizleri geçiren bir çocukla annenin iletişimi gibi. Ama kendimle olan iletişimim yaşadığımız şeyi kelimelere dökmeme yardımcı oluyordu. Burada kastettiğim, ben ona aramızda olup bittiğini algıladığım şeyleri sözel olarak ifade edemiyordum, ama kendime bunları anlatabiliyordum. Bence bana söylediği şuydu: “Söylediklerimden yola çıkarak, çok dehşet bir şekilde mutsuz olduğuma inanıyor musun? Kardeşimin, ya da annemin değil benim, diğerlerine sağlamak yerine, bakım, ilgi ve yardım almak istememi kabul ediyor musun?” Aynı zamanda bence şunu ifade etmeye çalışıyordu: “Kimse bana yardım etmiyor. Herkes çok fazla şey bekliyor. Kimse içinde olduğum bu depresif durumu etkileyemez ve etkilemek de istemiyor.” Şuna karar verdim ki, daha fazla kullanmakta olduğu sözel dil ve daha akışkan olan diyaloğumuz, lineer olmayan bir bağlılık ilişkisinin kurulduğunu gösteriyordu. Öyle anlar oluuyordu ki, Sonia’nın depresyonunun daha da kötüleştiğini farkettiğimde kendi içsel monoloğuma geri dönmek durumunda kalıyordum. Şöyle acı verici bir olasılıkla karşılaşıyordum: Ona yardım edebileceğime dair inancım temelsiz olabilirdi. Buna ek olarak, zaman zaman tedaviyi terketmekle ilgili verdiği küçük ipuçları, intihara yönelik verdiği çok daha belirgin ipuçları, bu düşünceme daha da katkıda bulunuyordu. Daha önceki deneyimlerden, sorunlu insanların şikayetlerini dinlerken kendi dengemi, hatta ruh sağlığımı korumam gerektiğini öğrenmiştim. Dinlediğim çocukluk deneyimlerinden yola çıkarak, sorunlu bir aile üyesine yardımcı olabileceğimi biliyordum. Daha depresif sürecinde, benim bu düşüncem gerçekleşmeye başladı. Burada yaşadığım şey, benim sağladığım pozitif sözsüz iletişimin olumlu bir etkisi olduğuydu. Etkin oluşumla ilgili bir ödül gibiydi. Sıradan depresif seanslarda bile, gelişen bağlanmayla ilgili küçük ipuçları ve buna ek olarak ikimizin paylaştığı ironik şakalar, beni canlandıran, aynalayan deneyim için kaynak sağladı. Ama Sonia’nın çok mutsuz, umutsuz ruh durumu onu çok sarıp sarmaladığında, onunla kurmuş olduğum bu eşgüdümlü iletişim bende de benzer ümitsizlik duygularına yol açıyordu. Benim hissettiğim şey, ailesine devamlı bakım sağlamak zorunda kalarak yaşadığı kötü ruh durumunu tamamen farketmemi istiyordu. Aynı zamanda, bana tamamen verici olan ve analitik olarak birşeyleri keşfeden bir insan olarak güvenmiyordu. Son kertede, onun duygulanımına empati göstermeye çalışan biri olarak hiç bir yetkinlik hissetmemeye başladım. Yetkin olmayan ve köşeye sıkıştırılmış bir insan olarak hissedişimin artışı, empatik dinleme duruşumda bir kırılma yarattı, ve kendi perspektifimi yeniden kurmak için kendi içimde farklı bir arayışa doğru ilerledim. Psikiyatrist ve analist olarak başarılı deneyimlerimi kendime hatırlatarak, ve onun ne kadar becerikli ve sevilebilir bir insan olduğunu düşünerek, iyimserlik için bir kaynak aramaya başladım.

Bu bir hastanın öyküsü değil. Bu bir tedavinin öyküsü. Tedavi iki insan arasında gerçekleşir. Burada iki insandan bahsediyoruz. Ona, o anda yaşadığı, ikimizin de paylaştığı çaresizlik hissini reddetmeden, ümitsizlik duygusunu paylaşmadığımı söyledim. Kendimle ilgili deneyimlerimden yola çıkarak, çaresizlik ve takdir edilmeme duygularıyla nasıl başa çıkabildiğimi farkettim. İfade ettiğim sözler, hem Sonia’yı cesaretlendirmek içindi, hem de kendime yönelikti.

Bir seans sırasında Sonia kötü bir period yaşadığını ifade etti. Acaba menstrual dönemindeydi ve bununla ilgili birşey mi ifade ediyordu diye merak ettim ve hemen direkt bir soru sormaya karar verdim. Kızardı, kikirdedi, ve hiç menstruasyon olmadığını söyledi. Kastettiği şey, hava yüzünden erken saatlerde yaptığı koşuyu gerçekleştirememiş olmasıydı. Her sabah koşması ve çok kontrollü yediği vejetaryen yemeklerle menstruasyon olmasını engelleyebildiğini ekledi. Bunları öyle bir şekilde söyledi ki, daha fazla soru duymak istemiyor gibiydi. Aramızdaki iletişimin altında yatan prensip, kötümserliğe olan yoğun bağlılığına karşı ben bir argüman geliştirip ona müdahale etmediğim sürece, ortak meselelerle ilgili birbirimize açık alanlar tanımaktı. Başka bir seansta, bir süredir yeni giysiler alamadığını ifade etti. Oysa ben onun giysilerini çok çekici ve çok farklı buluyordum. Ona bu kadar hoş bir şekilde giyinmesine şaşırdığımı ifade ettim. Geri çekildi, “babamsa çok fazla para harcadığımı söylerdi”, dedi. O anda daha fazla şey sormamı engelledi. Beni, farkında olmadan, büyük olasılıkla babasıyla karşılaştırdığına karar verdim. Daha sonra bir harcamadan bahsederken, babasının elisıkılığıyla ilgili bir soru sordum. Babasının elisıkı olmadığını, bütün eğitim masraflarını karşıladığını söyledi. Anne ve babası, kendisi oniki yaşlarındayken ayrılmışlardı. Dediğine göre babası, kendisini ziyaret etmeyen annesinden farklıydı ve her zaman sözünü tutardı. Annesinin bahanesi, psikiyatristinin, kızının hayatına çok fazla müdahale ettiğini ifade etmesiymiş. Babası ziyarete geliyordu, ama Sonia bunu çok da istemiyordu, çünkü aynı zamanda babasının eşi de gelecekti, ve onu sevmediği halde iyi davranmak zorunda kalacaktı. Annesiyle beraber, babasının eşini de ailedeki bu parçalanmayla ilgili olarak ve babasıyla hiç yalnız kalamadığı için, suçluyordu. Bir paylaşım anında sarfedilmiş olan iki cümleden bu bilgiyi aldım.

Birkaç ay sonra, profesyonel sınavlarına girebilmek için Sonia bir önceki seansı iptal etmişti. Rahat bir şekilde giyinmiş olarak geldi. Nasıl olduğumu sordu. Çok depresif ve yorgun bir şekilde gözü biryerlere daldı. Çok yorgun ve hüzünlü göründüğünü belirttim. Sınavların çok kötü geçtiğini, nasıl sonuçlar alacağını bilmediğini ve çok da umursamadığını söyledi. Bir sessizlik arasından sonra, işe geri dönmenin onu zorlayıp zorlamadığını sordum. Bir günlük izin almak istediğini, işle başa çıkamadığını söyledi. Ona, kendine bakmaya çalışmasından mutluluk duyduğumu ifade ettim. Geçen hafta, gece geç saatlere kadar çalışmasını gerektirecek şekilde, diğer insanların işlerini yüklendiğini söyledim. Sonia, yanlış bir yola saptığımda genelde yaptığı biçimde beni düzeltti. Söylediği şey şuydu:”Mesele iş değil, bu sınavlar. İşler bana bir doyum hissi yaşatıyor, sınavlara girmek böyle bir şey yaşatmıyor.” Bundan hareketle, sınavlara girmenin nasıl bir deneyim olduğunu sordum. Açık bir tavırla, altışar saatlik iki günden, karşısına çıkan sorunların tipinden ve yaşadığı mücadeleden bahsetti. Bana, çok nadir yaptığı biçimde, bir kişi olarak yönelerek ekledi:

“Bu aynen tıp sınavlarını geçmek için bütün eyaletlerin başkentlerini alfabetik sırada ezberlemeniz gibi.”

“Ooo!”

 “Çok aptalcaydı.”

“Seni frustre eden gereksiz bir egzersiz gibiydi.”

“Birçok arkadaşımı aradım, çok empatik davrandılar, ama suç benimdi. Keşke bunları daha önceden yapıp bitirseydim, ve daha önceden almış olduğum sınavları transfer etseydim. Sanki bir sopayla vurulmuş gibi hissettim. Çok aptalca. Bilmen gerekmeyen birsürü şeyi bilmek, iki gün bir odada kalmak çok anlamsız.”

“İşkenceye benziyor.”

“Hmhm”, diyerek onayladı ve gözü sessiz bir şekilde biryere takıldı. Gözünü başka bir yere dikmesini “Yanlış!” olarak yorumladım.

“Sen sopayla dövülmek gibi demiştin. Cezalandırılmış mı demek istedin?”

Benim işkence benzetmem doğru değildi, onun için onun bir sopayla dövülmek benzetmesine geri döndüm. Çok öfkeli bir şekilde patladı:

“Başka neyi ifade etymiş olabilirim ki!”

Ben biraz savunmaya geçtim:

“Kötü muamele görmüş olmak anlamına da gelebilir.”

“Evet bunların ikisi birden. Hem kötü muamele görme hem de cezalandırılma. Neye gülümsüyorsun?”

Kontrolsüz bir şekilde gülümsemiştim. Hem merakla, hem de provokatif bir şekilde bana bu soruyu sordu.

“Kızman hoşuma gidiyor. Canlanıyorsun, hareketleniyorsun, ve bir an için bile olsu kötü ruh halinden çıkıyorsun”, dedim.

“Belki de daha sık ukalalık etmeliyim!”

“Arkadaşlarınla canlı olabildiğini biliyorum.”

“Deniyorum.”

Bu noktada, birşeyleri değiş tokuş etmekten yola çıkmışken, keşfe doğru ilerliyoruz:

“Canlı olmayı deniyor musun, yoksa bazen içindeki canlılık birdenbire akmaya mı başlıyor?”

“Bazen akıyor, ama çoğu zaman denemek zorunda kalıyorum.”

Bunun ardından, bana konuyu tüketmiş olduğumuzu düşündüren bir sessizlik geldi. Artık birşeyleri o başlatabilirdi. Biraz sonra şöyle dedi:

”Annemle güzel bir deneyimim oldu. Çok şaşırtıcı birşeydi. Sınavlarda önce bana çiçek yolladı ve şans diledi. Bu hoş birşey.”

“Şaşırmışsın ve mutlusun.”

“Kimsenin beni aramasını beklemiyordum. Özellikle babama söylememiştim zaten.”

“Neden babana söylememe kararı almıştın?”

“Babam bana, ben sana kaç kere bu sınavlardan muaf olmak için başvuru yapmanı söylemiştim, diyecekti. Ben bunları duymak istemiyordum.”

“Sen kendini yeterince sopayla dövüyordun. Annen senin duygularını, babansa sana vereceği tavsiyeyi düşünüyordu”, dedim. Savunmaya geçti:

“Beni tanımaz ki. Beni terkettiğinde küçücük bir çocuktum. Bir süre sonra soracaktır.”

Aramızdaki iletişimin nasıl olduğuna dair bir örnek duymuş oldunuz. Bu seansta bir patern ortaya çıkmaya başladı. Sonia’nın duygularını ve fikirlerini ortaya koyması için, babasının elisıkılığına dair yaptığı negatif göndermeyi hatırlatıyorum, olumlu bir cümleyle bana karşılık veriyor. Aynı patern annesi için de geçerliydi. Boşanmış ebeveynlerin çocuklarının genelde gösterdiği tavırla tepki verdiğini düşündüm. Çocuk her iki ebeveyne karşı öfke taşır. Ama herbirini de koruması gerektiğini hisseder. Bir ebeveyni diğerinin eleştirilerinden korumaya çalışırken, anne ya da babaya bağlanamaması pahasına, her iki ebeveynle de işbirliğine girmesi engellenir. Daha sonra şunu öğrendim ki, kendisi için ne kadar uygun olmasa da, hem annesine hem babasına telefon etmiş ya da onları ziyaret etmişti. Bu hipotez bani başka bir soruya götürdü. Bu meseleyi o seansta ortaya koyacak mıydım, koymayacak mıydım? Meseleye o seansta girmeme kararı aldım. Bu paternleri ve anlamlarını keşfetmekle ilgili bir merakım olsa da kararımı şunun üzerine kurdum: Sonia yaptığı şeylerin ne olduğuyla ve neden olduğuyla henüz ilgili değildi ve bunları duymaya hazır değildi. O noktaya doğru ilerlediğini hissetmeye başlamıştım. Ama daha hazır olmadığı bu tür çabaların, yardımcı olmaktan çok engel oluşturacağına inanıyordum.

Sonbaharla birlikte Sonia daha depresif olmaya başladı. Bunu mevsim değişikliğine bağlıyordu. Işık tedavisinin terapötik bir etkisi olduğunu biliyordu, ama karamsar bir şekilde hiçbir şeyin yardımı olmayacağına inanıyordu. Özellikle çok depresif olduğu bir seansta, ilaçlarıyla ilgili bir soru sordum. İlaçlarını aldığını, ama hiçbir işe yaramadığını söyledi. Nörofarmakoloğu aramasını ve ilaç seçimini tekrar değerlendirmesini önerdim. Bunu reddetti ve tekrar sessizlikte oturmaya başladık. Ona bakarken gözgöze geldik. Yüzündeki acı dolu ifadeye, ben de kendi mimiklerimle tepki verdim. Yüzümdeki ifadeye gönderme yaparak “Ne?”, diye sordu. Sempati duyarak, “çok hüzünlü bir kedi yavrusuna benziyorsun”, dedim. Bu daha önce hiç kullanmadığım bir metafordu. Birkaç dakika sonra cevapladı:

“Gideceğim, ama gitmek istemiyorum.”

“Biliyorum ki annenin dolaplar dolusu ilacı var, bunlar bir işe yaramıyor ve sen bu konuda çok kötü hissediyorsun. Ve biliyorum ki sen ilaç almayı hasta olmakla ilişkilendiriyorsun ve hasta olmaktan da nefret ediyorsun. Başka bir şey var mı?”

“Doktor N.’den hoşlanmıyorum ve ona geri gitmek istemiyorum.”

“Ona gitmek zorunda değilsin. Sana başka birini önerebilirim.”

“Tamam”, dedi. Sonia’ya başka bir doktorun numarasını verdim, ona gitti ve başka bir antidepresan kullanmaya başladı.

İki hafta içinde ruh durumu tamamen değişti.

“İnanmayacaksınız, ama ben birine aşık oldum.”

“Ooo. Seni bu kadar mutlu görmek çok hoşuma gitti.”

“(Ünlü bir tenisçinin adını vererek) …..’a aşık oldum…”

Sonia tenis oynuyor ve benim de tenis oynadığımı biliyordu.

“Ann beni aradı ve biliyorum ki bu tanır tanımaz çarpılacağın bir adam, dedi. Buluşabilmemiz için bir randevu ayarladı.”

Sonia bu kişiyle tanıştırıldı ve tenisçilerin gittiği bir partiye gitti. Aynı zamanda yeni bir daireye taşındı ve burayı özenle seçilmiş nesnelerle dekore etti.

Birkaç seans sonra, başka bir sürprizi olduğunu söyledi. Bir kedi yavrusu almıştı. Kendi merakımı gidermek için, onu bir kedi yavrusuna benzettiğimi hatırlayıp hatırlamadığını sordum. “Hatırlamıyorum”, dedi. Kendi yaptığım benzetmedeki seçimimle ilgili bir şaşkınlık yaşadım. Bu şaşkılık, yaşadığım deneyimi bir meslektaşıma anlatana kadar sürdü. Bu durumu Ermerck’e anlattım. Bana, Sonia ile ilişkimin bir kedi yavrusuyla oynamaya benzediğini, benim bilinçdışı olarak bunu ifade etmiş olduğumu söyledi. Bu bakış açısı bana uymadı, çünkü hep köpeğim olmuştu ve kedi yavrularını çok az bilirdim. Ertesi gün, kızlarımdan birinin zor bir dönemden geçerken kendisi için bir kedi yavrusu istemiş olduğunu hatırladım. Ona minik, çok şirin bir kedi yavrusu almıştık. Bir taşınma sırasında evden kaçıp ölmüştü. Beni çok rahatsız eden, suçluluk ve hüzün duygularıyla dolu bir anıydı bu. Bence bu kedi yavrusuyla bağlantılı olarak yaşadığım şey, kızımın hüzünlü yüzü, kedi yavrusunun ezilmesi, ve bununla ilgili olarak hissettiğim derin önemsemeydi. Burada benim bilinçdışını nasıl tanımladığımı ve nereye koyduğumu görebiliyoruz. Bu benim farkında olmadığım, ancak içimde işleyen bir şey. Bunu farkındalığa çıkaramazsam, orada olan, işleyen bir düzeyde varoluyor, ama benim anlamlı olarak kullanabileceğim bir düzeyde varolamıyor.

Birkaç hafta sonra Sonia kedi yavrusunun sabah dörtte oynamak için kendisini uyandırdığını ve tırmıkladığını anlattı. Ayrıca, kedi yavrusunun veterinere götürüldüğünde nasıl korku içinde titrediğini anlattı. Ortalama depresif bir ruh hali içinde karşıma çıkmıştı. Ona, ilaçlarla ilgili olarak doktor H. ile bağlantıda olup olmadığını sordum. Doktor H.yi kendisinden kan testi istediğinden beri görmediğini, bu prosedürle ilgili bir çekince yaşadığını söyledi. Titreyen kediyle ilgili söylediği şeyleri hatırladım ve duygularını sordum. Sonia:

“Dokuz yaşımdan 13 yaşıma kadar bir ortodontiste gittim. Çok kötüydü. Ondan nefret ettim. Anneme gitmek istemediğimi söyledim ama beni dinlemedi.”

Onun yorumlarına ve söylediklerine ben daha fazla bir yoğunluk ve duygu katıyorum.

“Annem beni başkasına yollamazdı zaten, ve ben gittiğim kişiden nefret ediyordum.”

“Dişine yapılanlar mı canını acıtıyordu, yoksa onunla ilgili sezdiğin başka birşey mi vardı?”

“Nasıl olduğunu hatırlamıyorum. Hapse girdi.”

“Niye girdi?”

“Küçük kızlara tacizde bulunduğu için.”

Söze başlayacaktım ki kesti.

“Bilmiyorum, hatırlamıyorum. Gazetenin yazdığına göre 15 kız varmış.”

Ondan sonraki seansta, daha önce bahsettiği şeye dönmek istediğimi söyledim. Ondan nefret ettiğinden başka hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Bu olayı gazeteden okuduğunda annesinin, dişçinin aletleri masanın üzerine koymak yerine göğsüne yerleştirdiğini söylediğini hatırlıyordu. Ona, değişmekte olan vücuduna bu dişçi dokunduğunda nasıl hissetmekte olduğunu sordum. Annesine bunları da anlattığını hatırlamadığını söyledi.

Bu noktada, tedavinin başından beri yaşadığımız iletişime açık olmakla ilgili zorlukla bağlantılı olarak şuna karar verdim: Kaygılı anlarda disosiye oluyordu ve kopuyordu. Daha derinlemesine girme çabama karşılık Sonia, olayları hiç hatırlamadığını söyledi. Sadece genellemeleri hatırladığını, olaylarla ilgili hiçbir sahneyi ya da imgeyi hatırlamadığını söyledi. Örneğin ortodontistiyle ergenlik öncesi dönemde nasıl hissetmiş olduğunu düşünemiyordu. Ortodontistiyle ilgili söylediklerinin benimle yaşadıklarıyla benzerlik gösterdiği sonucuna vardım. Annesinden farklı olarak, hoşlanmadığı erkek nörofarmakolog yerine, kendini güvende hissettiği kadın nörofarmakoloğa gitmesini kabul etmiştim. Anılarındaki boşluklar yüzünden, annesinin yaptıklarıyla benimkiler arasındaki bağlantıyı kurdurmam mümkün değildi.

Genelde hastalar doktor X’e geri dönmek istemediklerini söylediklerinde ben nedenini sorarım, bunu anlamaya, keşfetmeye çalışırım. Bunu kesinlikle yaparım. Ama bu vakada doktor N.’ye gitmek istemediğinde, tamam, doktor H.’ye git dedim. Bunu kabul ettim ve keşfetmeye çalışmadım. İki şey var burada: Birincisi, ilaçlarının düzene girmesini istiyordum ve bunun nasıl olacağı önemli değildi. İkincisi, başka türlüsünün işe yaramayacağını biliyordum. Böyle bir hastayla, önce meselenin halledilmesi gerekiyordu, bunun ne anlama geldiğini sonra keşfederdik. Onun zihinsel yapısını empatik olarak okuyup, sezgisel olarak yaptığım bir şeydi bu. Benim “standart” prosedürümden farklı bir şey yapmamı sağlayan, bu sezgisel bakıştı. İlişkisel analistler, standarttan bu “sapmalar” üzerinde çok dururlar. Hoffmann ve Bramberg bunlar üzerine yazıyorlar. Bu normalde yapmayı bile düşünmeyeceğim ama o anda yaptığım bir şeye örnek.

Bu aşamada Sonia geçmişteki deneyimleriyle ilgili hiçbir merak göstermedi. Hayatıyla ilgili bana anlatmak isteyebileceği şeyleri uyarmanın yükü benim üzerimdeydi. Gelişme, şu andaki hayatındaki bazı yönlerin aydınlanması ve geçmişe yönelik bazı göndermeler biçiminde oluyordu.

Zaman içinde Sonia’nın dış görünüşü daha olumlu hale geldi. Ondan sonraki seansta, uzun süredir olmadığı gibi iletişimsiz bir ruh hali içindeydi. Bundan önceki seansları gözden geçirdim ve farkına varabileceğim bir ipucu bulamadım. Yaşanan kırılmanın kaynağını bulabilmek için Sonia’ya sorular sormaya başladım. Tek heceli cevaplar bizi sessizliğe sürükledi. Cevap almak için daha fazla çabalamadım. Her zaman olduğu gibi uzun bir sessizlikten sonra pesimistik bir şekilde kendisini bırakmak yerine, daha önceki çabalamalarıma karşılık vererek doğumgünü olduğunu söyledi. Şaşkın bakışımı görünce sordu:

“Ne var?”

“Genelde doğumgünleri kutlama anlarıdır, ama sen çok hüzünlü görünüyorsun.”

“Her doğumgününü mahveden bir kardeşin olsaydı öyle düşünmezdin!”

“Sanırım öyle düşünmezdim.”

“Her doğumgünümde bir sinir krizi geçirir, ilginin benim üzerimde olmasına dayanamaz.”

“Partine mi geliyor?”

“Tabii ki.”

“Şüpheli görünüyorsun.”

“Belki sen doğumgünlerimde kardeşimle farklı birşeyler yapmayı düşünebilirdin, ama annem düşünmedi. Annem hiçbir zaman doğumgünüme gelmemesini ya da doğru düzgün davranmasını söyleyemedi.”

“Ya baban?”

“O hep çok meşguldü.”

Sonra durdu. Ben:

“Ya bugün ne yapacaksın?”

“Hiçbir şey. Kimsenin bilmesini istemiyorum.”

“Benim de mi?”

“Senin de, kimsenin de. Neye yarar ki?”

İlkönce başını eğdi, sonra kafasını kaldırdı. Ben:

“Nereye gittin?”

”Annem mutlu yıllar dilemek için aradı, ben de ‘mutlu olacak birşey yok’, dedim. Soğuk, teatral bir sesle, ‘benim hayatımın en güzel günüydü’, dedi. Anneme, ‘bu senin için iyi, ama bu durum beni etkilemiyor’, dedim. Annem, ‘mutsuzsan beni suçlama, kendi mutluluğun için sorumlu olmayı öğrenmelisin’, dedi.”

“Davetkâr ya da karşılıklı hiçbir şey yok. Sadece varolanın bir devamı.”

“Babam yine içinde çek olan bir kart yollayacak.”

“Kişisel bir bağ oluşturan hiçbir şey yok içinde.”

“Benim için bir şey almakla uğraşamaz. Zaten almak istese de ne alacağını bilmez. Doğumgünümü eşiyle kutlamamda ısrar ediyor, ama o eve gitmem ben.”

“Sennin doğumgününü kutlama arzunla ilgili duyarlılıklarının olmaması seni üzüyor.”

“Ne duyarlılığı? Annem sadece kendini düşünür, babamsa hiç düşünmez zaten. O sadece kendi rutinlerini devam ettirir.”

“Ya ben?”

“Senin yapabileceğin hiçbir şey yok. Sen benim ebeveynim değilsin.”

“En azından senin duygularına duyarlı olmaya çalışabilirim. Aynen senin işyerinde senden yardım isteyen arkadaşlarına duyarlı olduğun gibi.”

Bu klasik bir aynalama çabası. Onaylanmaya ihtiyaç duyan yönlerini aynalamak. Uzun bir aradan sonra şöyle söyledi:

“Annemle babam bu kadar duyarsızsa ben nasıl bu kadar duyarlı olabiliyorum?”

Bir soru! Merak etti! Kendilikle ilgili bir soru! Kısa bir duraklamadan sonra şöyle dedim:

“Ben de bunu merak ediyorum. Gerçekten bilmiyoruz. Bütün anıların çok savunmacı biçimde kısıtlı. Örneğin sen büyürken senin için orada olan başka insanları bilmiyoruz.”

“Başka insanlar mı? Kimse yoktu ki.”

“Evde kimse yok muydu?”

“Janet’tan başka kimse yoktu.”

“Janet mı?”

“Annemin çalışabilmesi için ev işleriyle ilgilenen hanımdı. Ben ergen olana kadar hep oradaydı. Janet önemli olmuş olabilir mi sence?”

“Mümkün.”

Duygulanımında bir değişim oldu.

“Sana söylemedim ama eski ev arkadaşım aradı ve beni eşiyle doğumgünümde yemeğe çıkarmak için ısrar etti. Doğumgünlerinden beraber nefret edeceğiz diye bir anlaşma yapmıştık.”

Burada bir ikizlik var. Kapıda Sonia’ya benim doğumgününü kutlamamın uygun olup olmadığını sordum. Kafasını salladı ve gülümsedi.

          Vakayla ilgili sorulan sorulara yanıtlar:

          Kedi benzetmesi hakkında: Bu benzetmeyi yaptığımda bilmiyordum, ama ev hayvanı olarak kedileri varmış. Kedi aslında erkek kardeşin hem arkadaşı hem de mağduruymuş. Boşanmadan sonra erkek kardeş eğer kedi olmazsa haftasonunda babasında kalmaya gitmezmiş. Her ikisinin gibi görünse de, kedi aslında kardeşininmiş, ve ona kötü davranıyormuş. Hem kedi hem Sonia erkek kardeşin sadizminin ortak kurbanı durumundaymışlar. O noktada bunların hiçbirini bilmiyordum. Bir süre sonra ne olduğunu anladığınız birşeyin içine böylesine girmek çok ilginç. Tedavi sırasında kedi her ikimiz için kabul edilebilir, ortak bir tema haline geldi. Kedi yavrusu hakkında konuşabiliyorduk. Bu kedi yavrusunun, ikimizin çocuğu mu, benim torunum mu olduğu hiç netleşmedi. Sonia benden ona yönelen çok direkt bir yumuşaklığı kabul etmiyordu, ama kedi yavrusu hakkında yaptığım yumuşak bir yorum, onun için kabul edilebilirdi. Kedi yavrusu bu çerçevede kendiliknesnesi deneyimlerine olanak sağlar hale geldi.

Bağlanma kuramı hakkında: İki çeşit güvensiz bağlanma tepkisine bakalım. Birinde çocuk annenin ayrılmasıyla ilgili farkındalığını ifade ediyor, annesi geri geldiğinde kaygılı bir şekilde anneye yöneliyor, anne ona uzanıp kucağına aldığında anneyi itiyor, annesinin şefkatli, yakın bir temas kurmasına direnç gösteriyor. Sonia’da kaygılı, dirençli tepkilere bir örnek görüyoruz. Ama bu bir yönüyle başka bir kalıp altında gizli. Bu kalıpta, anne ortada olmadığında çocuk açıkça tepki göstermiyor, anne geldiğindeyse çocuk başını çevirebilir, oyuncaklarıyla ilgilenebilir, annenin ayrılışı ve geri dönüşüyle ilgili herhangi bir farkındalığı olduğunu göstermez. Yetişkinler olarak, bu insanlar “gözardı eden” olarak adlandırılan,  duygusal olarak kendilerini uyaracak herhangi bir şeyden bahsetmeyen bir kalıp sergiliyorlar. Çocukluklarına baktığımızda iki şeyin olduğunu görüyoruz: Biri, anneleri ya da bakıcıları onları ya korkutuyor, ya onlara tepki vermiyor, ya da öfke duyuyor. Çocuk kendiliknesnesi olarak anneden ihtiyaç duyduğu yakınlığı, sıcaklığı alamıyor. Üzerinde daha az yazılan başka bir şey de, çocuğun ihtiyaçlarını tolere edemeyen, bu ihtiyaçlara cevap veremeyen anne, vermediği tepkilerle ilgili çocuğun herhangi bir protestosunu duymak da istemiyor. Mesele sadece tepkinin olmaması değil, bu tabii ki zedeleyicidir, ama aynı zamanda çocuğun protesto da edememesi. Mesaj şu: “Ben senle zaten başa çıkamam. Bunu mesele yaparsan da, senle daha da az ilgilenirim.”

Sonia bana o manada kaçınıcı gözardı etme tepkisi veriyor, “ben hiçbir olayı hatırlamıyorum”, diyor. Olayları hatırlamak için onları duygular çerçevesinde organize etmeniz gerekir. Duygular çerçevesinde geçmişi organize etmezseniz, geçmişi hatırlamazsınız, hiçbir şeye isyan etmezsiniz, sadece kendinizi berbat hissedersiniz. Eğer hasta bana, “sen bana bunu yaptın ve bu da beni mutsuz etti”, deseydi herşey daha kolay olurdu. Protesto açıksa, nerede durduğunuzu bilirsiniz.  Eğer önünüzdeki tek şey kesintisiz bir kendini kötü hissediş durumuysa, hiçbir yerden meseleyi yakalayamazsınız.

Bunun başka bir yönü de var. Çocuk kendisini korkutan ya da kendi korkan (bu örnekte, erkek çocuğun öfke patlamalarıyla terörize olmuş anne gibi) bir ebeveyne gitmeye çalıştığında, çocuğun dediği şey şu: “Anne, baba birşeyler yapın. Bu çocuk evi yıkıyor.” Ve anne şöyle diyor: “Ben de bu çocuktan korkuyorum, ne yapacağımı bilmiyorum, sen beni koru.” Çocuk kendisinebakması gereken kişiye gidemez, bu insana ihtiyaç duyduğu için kaçıp gidemez, ve bu ikilemde takılı kalır. Bir çözüm, tamamen gitmek, disosiye olmak, sadece mental olarak orada olmamak. Başka bir çözüm de tamamen disorganize olmak, kaotik olmak. Sonia’nın seçtiği yol bu değildi; tamamen organizeygi, ama disosyatifti. Biz orada otururken, Sonia bazen oradaydı, bazen de orada kimse yoktu. Bağlanma araştırmalarındaki D kategorisi budur. Kaygılı ve dirençli C kategorisinin  işaretlerini görseniz de, baskın olarak gördüğünüz kaçınıcı A kategorisidir. Mary May’in söylediği bir şey var: Her zaman gizli olan başka bir potansiyel vardır. Böyle bir vakaya bağlanma kuramını kullanarak bakmanın tamamen farklı bir yolu vardır. Bu konuya, bağlanma kuramı ile kendilik psikolojisi perspektifinin nasıl bağlantılandırılabileceğiyle ilgili birçok soru olduğu için girdim. Klinik materyal kullanılarak, bu çok hoş bir şekilde gösterilebilir.

Bağlanma türünün saptanması, sembolik düşünce düzeyinin altındaki çocuklarda, 1 yaşından itibaren, “yabancı durum” testiyle, davranış gözlenerek saptanır. Yaş ilerledikçe, aynı bağlanma kalıbının değişik versiyonlarıyla karşılaşılır. Bu versiyonlardan birinde çocuk, “kendi kaygımı doyurmak ve kendi önemsenmemişlik hissimi geçirmek için, ben annemin annesi olurum, ben ona bakarım ve olayları olabildiğince sakinleştiririm, o zaman umarım bana bakabilecek bir annem olur”, der. Sonia’nın hayatındaki temel izlek olan bu rol değiştokuşu, çocuklarda hemen başlayabilecek bir süreç. 20-26 ay arası her çocukta altruistik tepkileri görüyoruz. Eğer anne bir acı yaşıyorsa, mesela “of, parmağımı incittim”, diyorsa, küçük çocuk koşarak gelir, “öpeyim geçsin”, der, annesini rahatlatacak eylemlerde bulunur. Daha sonra çocuk anneye vurabilir, “neden beni rahatsız ediyorsun?”, diyebilir. Ama altruistik tepki evrenseldir, ve bundan bu tür çocuklardaki rol değiştokuşu doğar. 

Kedi yavrusu benzetmesi hakkında: Veterinere gitmekten korkan, titreyen kedi yavrusu, benim zihnimde potansiyel bir model sahne oldu. Bu, Sonia’nın erkek nörofizyoloğa gitme korkusu haline geldi, daha sonra Sonia’nın ortodontiste gitmekle ilgili korkusunu farkettik. Oradaki cinsel tacizi konuştuk. Kendi korkusundan bahsetmeden çok önce, o titreyen kedi yavrusundan bahsedebilmişti.

Kedi yavrusunun ikili bir amacı var. Kedi yavrusu olarak kedi yavrusu, bir çocuğun en çok sevdiği oyuncak bebeği gibi. Küçük kız der ki: “Ben mutsuz olduğumda gider bebeğimle oynarım, ve bana iyi davranılmasını istediğim şekilde ona iyi davranırım.” Bu kendiliğin bir uzantısıdır. Ama Sonia’nın söylediği, “Sana bir sürprizim var” idi. Bu bana “öyle bir noktaya geldik ki, bana yardım edildi, bu şekilde bunu ifade etmek istiyorum”, diyen bir hediyeydi. “Teşekkür ederim, kendimi daha iyi hissediyorum”, demek yerine bunu diyor. Kendini ifade etmesinin yolu bu. Kedi yavrusunu alması benimle ilişkili bir şey. O anlamda kedi yavrusu bizim. Nişanlısı için en önemli kriter de (şu anda nişanlısı var), kedi yavrularını sevip sevmediği. Eğer sevmeseydi ne olurdu bilmiyorum.

Seansta sessizlikle başetme üzerine: Seansı asla erken bitirmem. 45 dakikaysa 45 dakikadır. Birşeylere gebe sessizlikler vardır. Bunlarda bir potansiyel vardır, o noktada bekleyebilirsiniz. Sadece takılmışlığı temsil eden sessizlikler de vardır. Bu durumda birinin takılmayı aşmak için bir şey yapması gerekir. Bu  da bence benim işim. “Git, beni rahat bırak”, diyen sessizlikler vardır. Bazı insanlara bu sessizliğin anlamını açıklarım, “git, beni rahat bırak demek istiyorsun”, derim. Bazı insanlara bunu söylemem, çünkü dinlememek anlamına gelir. “Git, beni rahat bırak”, diyen biriyle konuşuyorsanız, onu dinlemediğiniz anlamına gelir. Bu karar, hastanın nerede durduğuyla ilintili. Bazı sessizlikler de çok doğrudan duygu ifadesidir. Örneğin: “Senden nefret ediyorum”, “seni seviyorum”, “çok depresifim, şu anda burada değilim”, anlamına gelebilir. Bunlar benim sezdiklerimle ilgili. Sonia’nın sessizliği bana hiçbir zaman “senden nefret ediyorum”, der gibi gelmedi. Sonia benden bence hiç nefret etmedi. “Seni seviyorum”, anlamına gelen sessizlikler de olmadı. Ama, “çok depresifim, bunun üstesinden gelemiyorum, hiçbir kontağı mümkün kılamıyorum”, diyen çok fazla sessizlik duydum. Bu durumda dayanabildiğim kadar beklerim. Epey de dayanabilirim! Ama “bunun senin için ne kadar zor olduğunun farkındayım”, demeden seansı bitirmem. Sade ve dolaysız olmaktan hoşlanıyorum. Duyguları, söylenen herşeyin merkezinde görüyorum.

Analist olarak reçete yazmak üzerine: Buna doğru ya da yanlış olarak bakmıyorum, bu benim seçimim. Ben kendimi, uzmanı olduğum şeyi yapmam için çok fazla para ödenen bir uzman olarak görüyorum. Ben terapi ve analiz alanında uzmanım. Hem terapi hem medikasyonu yapabilen kişilere de çok saygı duyuyorum. Her ay yeni çıkan ilaçlarla uğraşmak, gittikçe karmaşıklaşan yanetkilerle uğraşmaktansa, bağlanma kuramını öğrenmeyi; ilişkisel kuramlar, toplumsal cinsiyet, feminist literatür ya da yeni beyin araştırmalarıyla ilgili kitaplar okumayı tercih ederim. İlaçlarla uğraşmak istemiyorum. Bu işle uğraşmaktan çok hoşlanan, bunu da çok iyi yapan meslektaşlarım olması harika. Ayrıca yılda üç ay uzaklardayım, ve hastalarımın ben yokken ihtiyaç duyduklarında zaman zaman gidebilecekleri biri olması gerekiyor. Benim dublörüm gibi işliyor. Nörofarmakoloji uygulayan analist arkadaşlarım var, hastalarım ben yokken onlarla bağlantı kurabilirler. Seans boyunca zamanımı yanetkileri dinleyerek ve dozajı konuşarak geçirmek istemiyorum. Bunları tedavinin bağlamı içinde duymak isterim, ilaca odaklı olarak değil. Bu yüzden seçimimi bu doğrultuda yapıyorum. Bu bir lüks, çünkü hastalarımın başka birine daha gidip ilave bir harcama yapacak kadar paraları ya da sigortaları var. Herkes bunlara sahip olmadığı için, bu, hastalarımın ve benim karşılayabildiğimiz bir lüks. İlaçlarla da çok iyi olmakla gurur duyan analistler de var. Herkesin zevki başkadır.

Feministlerin kurama katkılarına dair: Bence iki şeyden bahsedilebilir: Biri, baskılama ve kurban olma temalarına daha duyarlı hale geldiğimi düşünüyorum. Bunları bireysel ailede olduğu kadar, aynı zamanda kültürel bağlamda da görmemi sağladı bu bakış. Ayrıca kendi içimde baktığım şeyler de oldu: Bu tarz yaklaşımlar benim içimde neredeydi? Örneğin bir kadınla, eşcinselle ya da zenciyle çalışırken bilinçdışı olarak hangi önyargılarım var ve bunları nasıl gösteriyorum? Bu bir yana, kadının birincil arzusunun reddedilmesi bağlamında, araöznelliğin söylediği şeylerle ilgilenmeye başladım. Feministlerin temel iddiaları, varolan baskının, kadınların arzularını erkek dolayımıyla gerçekleştirmelerinden kaynaklandığıdır. Bu da temelde kadının kendi arzusunu baskılamasından kaynaklanıyor. Bununla ilgili benim iddia ettiğim şey, güvenli bağlılıkları olan kadınların, kültür ne derse desin, kendi arzularını kapsama esneklikleri olduğu, “kültürün canı cehenneme” diyebilecek feministler haline gelebilecekleri. Baskılanmaya daha eğilimli kadınlar A ve C kategorileri, yani güvensiz ve kaygılı bağlılıkları olan kadınlar. Çünkü sadece cinsellikle bağlantılı değil, baskılanma ve baskılama teması hayatlarının içinde var zaten. Bu onların bağlanma tiplerinin bir özelliğidir.

Baskılanma ve baskılama temasının, özellikle toplumsal cinsiyet bağlamında nasıl ortaya çıktığı, ergenlerde bakmanız gereken önemli bir konu. Herkesin bununla ilgili bir tarihi var. Benim tarihimde, ailemdeki en zeki, en parlak insan anneannemdi. Anneannemin iki kızı hakkında, ki bunlardan biri annemdi, söyleyecek sadece olumsuz şeyleri varken, bana bakıp, “ailede doktor olacak olan bu oğlan”, derdi. Kendisinin olmak istediği buydu. Ailesi o dönemde, yüzyılın başında, tıp okumasına izin vermemişti. Tıbbi bir  kütüphanesi vardı, John Hoppkins üniversitesinden hocalarla okumalar yapardı, ve ailenin en hoş değilse de en zeki ve parlak kişisiydi. En hoşu benim dedemdi. Onun ticari zakâsı sayesinde, anneannem istediği her şeyi yapabiliyordu. Yani, kendi kültürümden gelen, kadınlar, erkekler ve herşeyle ilgili birçok tutumum var. Ve ben kişisel olarak herkesten aldığım iyi özellikleri biraraya getirmeye çalıştım. O literatürü bilmenin hepimiz adına önemli olduğunu düşünüyorum.

Hastanın duygulanımını adlandırmanın önemine dair: Kelimeleri seçtiğimizde, kelimeler, içlerinde gördüğümüzden daha çok şeyler taşıyorlar. Benden süpervizyon alan biri analitik vakalarından birinden bahsediyordu. Kendi hastalarından birinde olup biten birşeyi anlamadığını düşünüyordum. Aklıma gelen, bu hastanın birşey ifade etmeye çalıştığı, ama hareketlerinin söyledikleriyle uyumlu olmadığıydı. Birşeyleri söylüyor olması birşeyi değiştirmiyordu. Sözlerinin sonuçlarından kaçınıyordu. “Hastan kaçınıyor”, dedim. Bununla ilgili birşey yapması, söylemesi, ya da farketmesi gerekiyordu, ama bunun sonuçlarından kaçınıyordu. İkimiz de farkettik ki, süpervizyon alan kişi kaçınıyordu. Böylece ilginç biçimde süpervizyon alan kişi, yapmaması gereken birşey yaptı: Hastaya geri döndü ve seans içinde uygun olduğunu düşündüğü bir zamanda “Bana şunları söylemiştin, ama bence bunun sonuçlarından kaçınıyorsun”, dedi. Çok iyi bir hastaydı. Ertesi gün geri geldi, “Dün kaçınmamla ilgili ne söylediğini hatırlıyor musun?”, diye sordu ve seans sırasında “kaçınıyordum”, “kaçıyordum” gibi farklı metaforlar kullanarak dört farklı öykü anlattı. Seans sırasında bu olgunun nasıl ortaya çıktığını gösteren örneklerden bahsetti. Bu, farkında olmadığı birçok şeyin farkına varmasını sağladı. Bazen doğru bir tanım yakaladığınızda, bu, çağrışımları harekete geçirir. Bunu söylerken böyle olacağını bilmezsiniz. Ben bunu o kadar uzun zamandır yapıyorum ki, insanları birşeyleri görmesine yardımcı olacak imge ve kelimeleri bulabiliyorum. Bir şeyin sadece gözünüzün önünde olması yeterli değil. Metaforik olarak işe yarayacak bir tanımlayıcı bulursanız, iyi şeyler olur.

Size anlatmakta olduğum şey, iletişimin mikro analizi. Kendilik psikolojisindeki büyük resmin bir parçasını size vermiştim. Başka insanlardan bundan daha iyisini duymuşsunuzdur. Benim yaptığım, bunları çalıştığım zemin olarak almak. Ondan sonra, hastayı daha spesifik bir düzeyde anlamak için bunlarla oynuyorum. Bunları her dakikaya indirgiyorum. Daha sonra dönüp, bunları nasıl kullanabilirim diye soruyorum. On prensibin ortaya çıkışı, süpervizyon alan kişilere tekrar tekrar aynı şeyleri söylediğimi farketmemle oldu. “Bu hastanın perspektifinden çok iyi bir yorumdu. Daha sonra da kendi perspektifinden iyi bir gözlem yapmışsın”, diyordum. “Evet, materyaldeki temel duygu bu. Materyalde çok yoğun utanç duyguları var. Ama hastanın aramakta olduğu şey nedir?”, diye soruyordum. Bunlar insanlara öğretirken yazmaya başladım. Sonra Frank ve ben bunlarla oynayıp organize ettik, onlu listeyi oluşturduk. Bunlar andan doğdu, an üzerine empoze edilmedi. Yapmaya çalıştığım şey, geniş teoriden yola çıkarak, hastamla benim aramda, ya da süpervizyon alan kişi ile onun hastası arasında, an be an olup bitene gitmekti. Bu materyali size verirken, zamandaki en küçük birimlerden bahsediyorum. Bunlar üstüste binerek tedavinin sürecini oluşturur. Şurada bir kelime, burada bir kelime, unutulabilir ya da çok önemli olabilir. Herhangi bir sahne bir kerelik olabilir (mesela, “kedimi veterinere götürürken titriyordu”), ya da diğer sahnelerle bağlantılı olarak merkezi bir önemi olabilir, ve sizin meseleyi nasıl anladığınızı etkileyebilir. Bence hepimiz zaten böyle çalışıyoruz. Bence ben, merakımla bağlantılı olarak, nasıl çalıştığımı görmeye çalışıyorum, arkaplandan bütün bunları çekip çıkarıyorum ve spesifikleştiriyorum. Böylece ne yaptığımı biliyorum ve diğer insanların ne yaptıklarını anlamalarına yardımcı olabiliyorum.

Bu işteki en ilginç meselelerden biri, bugünlerde kendilik psikolojisinde gündeme gelen, değişik kişilerin asıl tedavi edici faktör olarak neyi gördükleri meselesi. Kabaca, bir grup ilişkiyi vurguluyor, diğer bir grup ise, daha geleneksel bir bakış açısıyla, yorumu. Bunu uçlara taşırsak, bir uçta Freud gibi içgörü üzerinde duranlar, diğer uçta ilişki üzerinde duranlar var. mesela Shane’ler şöyle diyor: “Tedavi sürecinde, yeniden inşa edilen eski bir ilişkiden, hastanın sizinle yeni bir ilişki kurma ihtimali gördüğü anlara, oradan da hastanın yeni durumlarda eski tepkileri üretmediği, yeni duruma uygun yeni tepkiler geliştirdiği anlara gelinir.”

Okul danışmanlığında kendilik psikolojisinin kullanımıyla ilgili: Psikanaliz – psikoterapi ile danışmanlık arasındaki ortak temel öge, algının empatik modunu kullanarak, yapmanız gereken girişi sağlamanızdır. Bu olmadan, sadece bilge bir ebeveyn olursunuz. Meseleyi danışmanlık yaptığınız kişinin perspektifinden görmeniz gerekir. Daha sonra, bu motivasyonla ilgili değer ve inançları karşınızdaki kişinin perspektifinden tartışabilirsiniz. Bu çerçevede, kendilik – kendiliknesnesi matrisi içinde algılanırsınız. Bu perspektiften bir tartışma, kişinin, kendisi için daha iyi olacağını düşündüğünüz seçimlere doğru hareket etmesini sağlar. Bunun yorumla bir alakası yoktur.

Çok adil davranmadıysam da, burada size ilişkisel görüşten bahsettim. Benim görüşüm ise, içerisinde bir keşif süreci başlatabileceğim bir yapı olmasının gerekliliği. Benim büyülü sözcüğüm bu: Keşif! Sonia ile tek yaptığım şey, bunu olası kılmaktı. Sürecin, ilişkisel olarak ona yardımcı olan bir süreç olması muhteşem birşey tabii ki. Yardımcı olması gerekli de. Bu gerçek. Bu yoksa, keşif de olmaz. Onun merakı olmasa, keşif de olmaz. Ben size, bir analizin, kendi içinde analizin öğelerini de içeren öncüllerini verdim.

Başka bir açıdan bakalım: Diyelim ki ilk birkaç görüşmeden sonra Sonia nörofarmakoloğa gitmeyi kabul etti, Dr. N.’ye gitti, geri geldi ve “Kendimi iyi hissediyorum, artık depresyonda değilim, hep istediğim zaten buydu, hadi Allahaısmarladık!”, dedi. Burada bir ilişkiye ihtiyacınız yok. Bir şey keşfetmenize de gerek yok. Biyolojik bir tedaviniz var. Kişide bir değişim yok, durumlarla daha iyi başa çıkma becerisi yok, kötü giden ilişkileriyle ilgili içsel bir farkındalık yok. Neden bütün kız arkadaşları evleniyorken, kendisi gibi çekici bir kızın sadece trajik bir ilişkisi olduğunu anlamayacak. Eğitim alırken ona aşık olan bir sürü erkek olduğunu, kendisinin onlardan hiçbirini istemediğini anlatıyor, “bütün erkekler berbattır”, diyordu. Bunun ne olduğunu bilmeyecekti.

İfade etmeye çalıştığım şey, yaptığınız iş, kişinin kendiyle ilgili farkındalığı arttıkça ortaya çıkan değişimi etkilemek. İncelenmemiş bir hayat, incelenmiş bir hayattan daha az bir hayattır. Benim işim, kişilerin hayatlarını incelemelerine yardımcı olmaktır. İlişki – biyoloji – yorum – içgörü spektrumunda nerede durduğumu sorarsanız, başarılı bir keşif yapmak için nerede durmam gerekiyorsa orada durabilirim. Yeni yazmakta olduğumuz kitabın adı “Keşif Ruhu: Psikanalizde İletişim”. Dinlediğiniz, kitaptaki bölümlerden birinden bir parçaydı. Keşif ruhu, Sonia ile iletişime geçtiğim ilk andan itibaren vardı. Ama karşılıklı olarak varolan bir ruh değildi bu. Ruh bendeydi. Beraberce büyüttük. Bu, başta ilişki değildi. İlişkiyi geliştirdik, ve paylaşabileceğimiz keşif ruhunu geliştirmemiz için de bunu yapmamız kesinlikle gerekiyordu. Bir analizdeki en önemli kendiliknesnesi deneyimi nedir? Bu, karşılıklı bir keşif ruhunun geliştirilmesi ve paylaşılan bir ilgi, etkinlik ve yetkinlik hissidir. Kitabı okurken bir sonraki sayfada ne olduğunu merak ediyor musunuz? Sonraki bölümü merak ediyor musunuz? Kahramanı sevseniz de, nefret de etseniz, ne diyeceğini merak ediyor musunuz? Oraya takılıp kalırsınız. Bizim sattığımız şey bağımlılıktır. Umuyorum ki, doğru türden bir bağımlılık… Birinin aradığı birşeyi satıyoruz, bu da bağımlılıktır. “Değişimi yaratan nedir?”, diye sorduğunuzda benim aklıma gelenler bunlar.

You may also like...